Üç silahşörden hayata dair leziz, hafif gözlemeler.

Salı, Mayıs 31, 2005

dünyanın en hızlı koşan kuşu: road runner

küçüklüğümden beri çizgi filmlerde hep ezilen tarafı tutarım.

tom ve jerry'de tom, road runner'da coyote vs.

bunun nedeni insanın içindeki ezilene, haksızlık görene karşı acıma mı yoksa diğer tarafı süper kahraman göstermelerinin tepkisel muhalifliği mi? bir gün tom'un jerry'i ve o sarı küçük kuşu (tweety) yediği bölümü yayınlarlarsa dvd'de kaydedip defalarca seyredicem (intikam!).

alakasız olacak ama bu sadist tavrım bir arkadaşımın zoo tycoon oynamasını hatırlattı. önce güzel bir hayvanat bahçesi kurulur. her türlü hayvan var kocaman nefis bir park. derken efendim birgün giriş ücretsiz yapılır. tabi içerisi hınca hınç dolar. derken hayvanat bahçesinin kapıları kapatılır ve aslan kafesleri açılır.

temizlikçi hala ortalığı süpürüyormuş aslanlar milleti yerken. görev bilinci budur işte.

herkes aynı anda zıplasa deprem olur mu?

Bu yazıyı yazdığım sırada, üzerinde düz durmayı başarabildiğimiz dünya adlı mavi kürede ben ve senden başka 6,444,841,089 kişi daha bulunuyor.

Bu nasıl bir rakam böyle.

Yani şu an dünyada her bir milyon kişiden birinin hapşırdığını düşünsene. 6.444 kişi hapşırıyor ve en az 4-5 bin kişi çok yaşa diyor:)) (çok yaşa, bless you, vs.)

Şu an en az 10-15bin kişi kahkaha atıyor en az 50-60 bin kişi ağlıyor.

Birde bunları kafanda aynı yere koy. Yani aynı odada/stadyumda olsunlar. Olimpiyat stadını doldurmuş ve ağlayan onbinler. Amanın!!

Amerikada her saniye 2-3 kişinin cinayete kurban gittiğini okumuştum. Yani tam sen şu yazıları okurken birsürü insan öldürülüyor. Tabancalar patlıyor.

Her saniye binlerce ürün satılıyor, üretiliyor.

Milyarlarca insan. milyarlarca.. ve sen onlardan sadece birisin.
İnsan kendini önemsiz hissediyor.

Bu arada seninle senli benli konuştuk ama bu yazım böyle olsun.

Bunalım Edebiyatı

Edebiyat hayatimizin bir parçası.. Bilerek veya bilmeyerek yaptığımız anlar olur.. Güzel konuşuruz, kelimeleri güzel ve yerinde kullanırız.. Bazen etkilemek için bazen etkilendiğimiz için..Hoştur bunlar.. Bazende boştur bunlar... O zaman koçtur bunlar:P neyse

Ama günümüz şartlarının gelişmesine imkan verdiği daha doğrusu sebep olduğu bir edebiyat türü varki dillere destan.. Ben bu türe ''bunalim edebiyati'' diyorum.. Bu türe bir örneği paylaşacağım sizinle.. Daha önce buna neden bunalim edebiyatı dediğimi açıklamak isterim ama bende tam kestiremedim.. İşin aslı bunu yazan mı bunalımda yoksa okuyanımı bunalıma sokuyor anlaşılması güç... Okurken benim sıkıntıya girdiğim kesin..:)

İşte size kalbimin en masum bulutların bile kıskandığı bir yerden bunalım edebiyatı örneklemesi:) (şimdiden başladım:P )

Kuşkusuz Yaprak Hıçkığı
Bugün yeşil daha siyah ve kırmızı daha ıslaktı. Tebessümlerde ilkbahar bakışları pusluydu.

Bir bardak su duruyordu vakur ve sevimli bir demet çiçekle benim aramda ve tercihi çiçeklerdi..
Dans eden kaldırımları seyrediyordum perdelerini açamadığım windows XPden ve coşkuların tehditlerle randevulaştığı bir alaca karanlıkta ne işim vardı nette.

Gül zamansız açmanın heyecanını alabildiğine yaşıyordu, dalgalar baygınlığını ayıltmak için istercesine sarhoş şehri tokatlarken.Kalem şarkılar söylüyordu elimde, bahsediyordu gizlenenlerden sessizce monitöre ve önümdeki notlar uçuştu geçmişin fırtınalarından ve koptu blogumun sayfaları.

Mor pembeye akıyordu, bulutlar gökyüzünde ''konuştukça kazanmaca'' yazmıştı bir eylul sabahında, ağaçlar terketmişti yıllar önce benliğimi, bir tırtıl kahkahalar atıyordu yoklukta zenginliğin dinginliğine ve ben bloguma yazıyordum bunalan gecenin öfkesini, soğuyan yazın hırçın bir sabahına doğru...

:) İşte budur Bunalım edebiyatı.. İlla tarif isterseniz, duygularını edebi bir şekilde anlatacağım diye kasıp sıradan şeyleri anlaşılması güç ve süslü cümlelerle bütünlüğü koruma kaygısı olmadan anlatma sendromunun kağıda dökülmüş halidir diyebiliriz:).. Tahammül edilmez derim, arkama bakmadan dışarı çıkar giderim.. (bugünde bir şiirsellik var bede hadi hayırlısı:) )


Ustaa iki edebi metin... biri bunalımsız..

Pazartesi, Mayıs 30, 2005

aslanın yattığı yer..

"aslan yattığı yerden belli olur" diye bir atasözümüz var.

uzun zamandır ofiste masamın üstünü düşünüyordum. genelde darmadağınıktır. ama bununda görenlere vermek istediği bir mesaj yok değil. çok yoğunum çoook! kim değil ki. ofislerde çok yoğunum tartışmasına bir mim koyarak (ikinci mim oldu bu) masaüstü (desktop) düzenine geri dönelim.

bir defa tertipli, kendi içinde bir disiplini olan bir masa üstü yaklaşımı olmalı diye düşünüyorum. mesela masaüstünde bence aktif alanlar ve pasif alanlar var. aktif alanlar klavye (en aktif), sonra bilgisayarın hemen yanı, telefon civarı. pasif alanlar ise köşeler (L tipi masanız varsa) ve uzanması zor alanlar. Birde vitrin bölümümüz var. bu da monitör yanları ve masanın uç kısmı.

Kendime öğüt veriyorum, isteyen üzerine alabilir. Aktif alanlarda iş ile ilgili dokümanlar öncelik sırasına göre dizilmeli. Not almak için mutlaka boş bir kağıt/defter olmalı (ben aktif kağıt yönetimi adını verdiğim bir sistem uyguluyorum). Tabiki bir kurşun kalem, bir kırmızı ve mavi tükenmez, post-it olmazsa olmazlardan.

Pasif alanlar ve vitrin ise boş oyun alanlarımız. İşte bu yazının odağı aslında o bölümleri nasıl dolduracağımıza yönelik. Bir defa pasif alanlarda özellikle köşe kısmı ilgi çekici kitap ve dergiler için biçilmiş kaftan. Bir capital, uzmanlık alanınızla ilgili bir "managing" diye başlayan yabancı ve "dünyası" diye biten yerli dergiler, işinizin temel felsefesi üzerine çok güncel veya meşhur bir masaüstü kitabı. Birde yabancı bir dünya devinin konunuzla ilgili kendi yayını da "diğerlerini" takip ettiğinizi gösterir.

Bunun dışında vitrin kısmında karakterinizi yansıtan ve hobiniz (yada çok sevdiğiniz) bir konu ile ilgili objeler harika durur. Örneğin yine işim gereği bu obje çok orjinal, farklı ve sıradışı olmak zorunda. boysstuff ve thinkgeek gibi siteler bu konuda yeterli orjinalliğe sahip objeleri satıyor (bizde zihnisinir.com da var ama çeşit az). Mesela ben havada duran dünya küresini beğendim. Bu kısmın zenginliği (less is more) sizin ilgi alanınıza hakimiyetinizi yani işinizi sahiplenme konusundaki potansiyelinizi de gösterecek (bir yönetici tüyosu).

Türkiye'nin en büyük firmalarından birinde yöneticinin odasında dev boyutlarda Michael Jordan posteri var desem inanır mısınız? yükseldikçe serbestleşmekle birlikte bulunduğunuz yerde hobinizi/ilgi alanınızı masanıza yansıtmanız için bir engel yok. (bilgisayar desktop wallpaper'i de çok önemli mesajlar verir, bir başka yazıda)

Pazar, Mayıs 29, 2005

Benzin Kanalı

Geçen tv kanallarını zaplarken ciddi görünümlü bir programa rastladık.. Aslen rastlayan ben değildim, arkadaşım.. Derken biraz seyrettik..

Programda arabanın benzinlikte benzin alırken bir radyo dalgasını ayarlayarak oradaki mekanizmaya etki etmesi sonucu istediğinden iki kat fazla benzin alıyorsun ve bunu benzinci göremiyor:) Ve bu olay o kadar suistimal edilir hale gelmişki program bunu yakalamanın haklı gururunu yaşıyor..

Bu vatandaşın birinin benzin kanalı bulması sonucu ortaya koymuş olduğu bir fikir.. ayrıca program esnasında kanalda ajdanın ''aman petrol canım petrol'' şarkısı çalıyor:)) Olay radyo dalgasından sayaçın etkilenerek benzin miktarını iki katına çıkartması ve dijital ekrenda farkedilmemesi:) Bununla beraber eleman noteri yanına alarak gayet ciddi tüm olayı notere ispatlamak için uygulayarak gösteriyor:)) Bu kadar ciddiyetle yapılan bir programda ben anında koptum. Bildiğiniz ''yerseniz'' mantığında düzenlenmiş geyik bir program..

Geyik ya bunlar falan derken, arkadaşın tepkisiyle karşılaştım:)) ''olm niye gülüyorsun adam notere tasdikletiyor'' dedi.. Yani bir fırçaki sormayın.. İnandıramadım geyik olduğuna taa ki bir sonraki haber başlasaya kadar, '' yeni madeni paralara altın karıştırılmış''.. Bizimki gülmeye başladı ama biz fırçayı yedik bile:) Bide buna koptum:P

Cumartesi, Mayıs 28, 2005

leziz, nefis, dayanılmaz yengeç burgerler

spongebob'un amerikan hegemonyasındaki hamburger (fastfood) sektörünün en gizli ve en etkili pazarlama ajanı olduğunu düşünüyorum bazen.

bir defa şirin mi şirin. hayata; kendini komik duruma düşecek kadar mutlu, pozitif bakan, onunlada kalmayıp bardağın dolu tarafını dopdolu, nefis, tüm susuzluğunu giderecek muhteşem sıvı, su gibi gören/gösteren/sunan "süpper" bulaşık süngeri.

duyguları abartma konusunda üzerine yok. yaptığı en basit şeyi bile o kadar severek yapıyor hayattaki en küçük güzelliğe öylesine hayran kalıyor ki benim gibi hayata hem güzel yanından bakmaya çalışan üstelik mübalağa üzerine dayalı esprilere bayılanlar bir bölümünü kaçırdığında bile cidden çok üzülüyor.

Ama gariptir, bu komik bulaşık süngerinin en büyük ustalığı hamburger benzeri yengeç burgerler yapmak. yaptığı yengeç burgerler o kadar lezzetli ki "evil" plankton hayatını bu fast foodun sırrını bulmaya adamış. Her bölümü seyrettiğimde içimden on onbeş tane yengeç burgeri üst üste koyup çizgi filmlerdeki gibi yanaklarımı patlatırcasına hepsini aynı anda çiğneyerek boğazımdan dev gibi bir şişlik halinde mideme indirmek istiyorum.

ona katıla katıla gülerken bile hep aklımın bir köşesinde kalacak; hayatımı güzelleştiren bu masum okyanus canlısı yoksa en gizli tüketim toplumu planlarının bir parçası, obezite sorununun baş aktörlerinden biri mi?

Aman Rengini Belli Etmeyesin

Renkli dünyanın rengarenk insanları.. Hayatımızda her anında birer renk vardır, bakışlarımızın bile rengi vardır.. Bazıları hayata toz pembe bakarken bazıları cam göbeğinden bakar:) Tabiki bazılarıda bakamaz..

Gördüğümüz renkler vardır, bizi dinlendiren eğlendiren.. Tanımlayamadığımız bile bir çok renk vardır.. Hangi mercidir bilemem ama bazı renklere isimler koymuşlar.. Adamlar ciddi bir otorite olsa gerek ki hala kullanılıyor.. Aslında işin özüne inip kırmızıya kim kırmızı dedi çıksın ortaya gibi bir şey söylemiyecem ama bazı renkler varki bir dönem birileri tarafından adlandırılmış. Bunlardan bazıları, petrol mavisi (nasıl yani mavi varmıydı?), cam göbeği (renk bu ya), turkuaz yeşili ( turkuaz ne yaw), cırtlak yeşil ve şuan aklıma gelmeyen onlarcası...

Birde ismiyle kaoslar oluşturanlar var.. En karakteristik olanı kahverengi!!!!! yani kahvenin rengi olduğu için mi demişler yoksa o sıvının rengi kahverengi olduğu içinmi o içeceğe kahve demişler bilmiyorum.. Yumurta tavuk hikayesinin renk versiyonu olsa gerek.. Sonra krem rengi var.. Aynı polimik burda da mevcut.. Bu akıllara kremmi bu renkten önce keşfedildi yoksa bu renk mi kremden önce keşfedildi sorusunu getiriyor..

Yine bir yönüyle farklı bir anlayışla isimlendirilen renklerde yok değil.. Ne mi bunlar.. Ateş kırmızısı, deniz mavisi, şeker pembesi, patlıcan moru, zümrüt yeşili, dolar yeşili (bu son zamanlarda eklendi) vb. Bu tür renklerde daha spesifik bir bakış açısıyla adlandırılmış..

Herşeyin ötesinde birde renklerin psikolojide yeri var.. İlgilenenler bilir. Mesela mavi güven vermesiyle kurumsal bir renk iken (bankalar kullanır) kırmızı insana enerji vemesiyle satış rengi olarak kullanılır (bir çok marka çalışmasında görebilirsiniz) yeşil huzur verir (yardım kuruluşlarında kullanılır), sarı geçicilik hissi verir (taksilerde kullanılır)... gibi sayabileceğimiz ve üzerinde durulası konular..

Bunun yanında bahsettiğimiz ne olduğu belli olmayan renklerin nasıl bir psikolojik etkisi var ki? Bir cam göbeğinin mesela.. Ne olabilir bu rengin psikolojik etkisi:) İnsana doygunluk hissimi verir.. Göbek felan?

Hadi bunuda geçtik abicim kim çıkarıyor bu renk isimlerini.. Hangi kriterler doğrultusunda oluyor bunlar.. Kaç kişiler.. Tamam ana renkler var iyi hoş.. Hadi hiç eşelemediğimiz ton konusuda kabullendiğimizi farzedelim.. İyide bu acaip renkleri belli oranlarda karıştırıp bunlara isim taktıran piskopat kim? Kardeşim bu adam insanlara fitil olmuş bence durmadan onu bunu karıştırıp renk çıkarıyor..

Düşünün bir futbol takımı kuruyorsunuz ve renkleri cam göbeği ile çingene pembesi.. :))) Yaw taraftara ne kastın var?.. Sonra tezevruat yapmıyolar diyorsun... Acaba neden? bir yerde bir yanlışlık var ama nerde? Psikolojilerini bozmuş olmayasın:) Hepimizin bildiği fener diye bir takım var bide galata.. bunların ortak sarıları bile aynı değil.. Biri diyor bizimkisi kanarya sarısı diğeride aynı mantıkta arslan sarısı (varsa tabi).. :)

Birde manzara böyle iken kulağımıza birşeyler fısıldanır.. ''rengini belli etme'' ..Bu ya adını bilmedikleri bir renk ol yada bu renkli dünyada gözükebiliyorsan renksiz ol demektir.. Gerçi renk bilimi siyah ve beyazı renk tanımına sokmuyor.. Onlar gerçektir ve herşeyin içindedir diyorlar.. Ton denen kavramın temelini oluşturan kavramlar..

Diyeceğim şudurki Bir Beşiktaşlı olarak Beşiktaşımın bu kadar farklı olması beni gururlandırdı.. Yaw bunu söylemek için bu sezon daha geçerli bir nedenim yoktu.. Sona bak resmen sürpriz oldu:) Ben bile tahmin etmedim konuyu böyle bitireceğimi:) Resmen kasmışım..

Neyse renkli hayatlar, arkadaşlar...

Cuma, Mayıs 27, 2005

mühendis beey

hendese yani hesap yapmak kökünden gelen mühendis ünvanı insanlara genellikle cazip gelir. bu duruma kızları mühendisler ve doktorlarca istenen ailelerin de katkısı büyük.

ama mühendisliğin şanından yararlanmak için ıvır zıvır işlere mühendis ünvanı vermesi, bir profesörü olmayan okullara mühendislik bölümü açılmas kadar beni hep rahatsız etmiştir.

mühendis matematiksel bir disiplin altında yararlanıp teknik problemleri çözen kişi değil mi? işletme teknik bir sorun mudur? işletme mühendisliği kadar uyduruk bir isimlendirme olabilir mi. peki endüstri mühendisi nedir kuzum. tekstil mühendisliği bile biraz uydurma izler taşır (makine+kimya). dünyada bizden başka bunlara mühendislik diyen varmı merak ediyorum. matematik mühendisi nedir mesela?

bizde uyduralım biraz çeşit olsun; pazarlama mühendisi, kurumsal iletişim mühendisi, uzay mühendisi, satış mühendisi, ekonomi mühendisi, tavşan mühendisi, satın alma mühendisi, ot biçme mühendisi, genel müdür mühendisi, icra kurulu mühendisi:))

bence mühendis ünvanını hakeden yani teknik sorunları çözecek somut ürünler üreten sadece elektronik, makine var. gerisi ise biraz o bilimden biraz bu bilimden otlanmış ama elektronik veya makine mühendislerinin ürettiği ürünleri kullanan insanlar.

eğlenceli bir yazı yazayım diye başladım. sinir oldum durup dururken.

küçük küçük yazılar

kredi kartı müracatı sırasında kesin karşılaşmışsınızdır.

kağıdın üzerinde küçük küçük birsürü yazı. başlıkta sözleşme diyor. inat edip "okumadığım şeyin altına imza atmam ben" diye okumaya kalksanız bir saat sürer. bu yüzden imzalayıp geçiyoruz.

biraz okumaya kalksanızda çok can sıkıcıdır genelde o yazılar. işte ne bileyim "taraflardan biri diğerine göndereceği tebligatlarda bilmemne yaparsa diğer taraf buna bir tokat atabilir denebilir olmalıdır" gibi her yana sündürülebilen lastik gibi ifadeler, hapis ve para cezası ifadeleriyle göz korkutmalar, ama illaki sayfalarca karınca duası dedikleri türde yazılar.

nasıl bir insan oturup bu tür bir metin hazırlayabilir. ciddi bir yetenek bu. biz okumaktan sıkılıyoruz adam veya kadın her kimse, yazmaktan sıkılmazmı. kaldı ki hem sıkılmayacaksın hem üzerinde birsürüde kafa yoracaksın. şu ihtimali düşündükmü, şöyle olursa bu kanuna mı atıfta bulunalım.

tandığım çok avukat var, hepsini taktir ediyorum.
valla helal olsun. sıkılmadan o yazıları yazmak. .

Perşembe, Mayıs 26, 2005

Sizi İşe Alalım Ama....

Çalışmak guzeldir.. Hatta derler ya çalışırken herkes güzeldir diye.. Yok böyle birşey kardeşim.. Kim çıkarıyor bunu.. Çalışkan çirkinler mi:P

Neyse esas olan konumuz bu değil.. Varsın çalışırken güzel olalım.. Önemli olan çalışmak öncesi şirketlerin işe almalardaki stratejileri..

İK ların bu konuda ufuklarının uzanabildiği kadar bir çeşitliliğe sahiptir.. Mesela bunlardan biri; İK sizin çocukluğunuza inmeye çalışırken, bir başkası lisenize takılır, bir diğeri hiç aklınıza gelmeyecek konularla sizin bazı özelliklerinizi ve kapasitenizi belirleme çabasındadır..

Gerçekten varmıdır böyle sihirli sorular? Yani bir soruyosun ne var ne yok ortalığa dökülüyor:)

Ama bu konuda yabancı dev firmaların işe alınmalarındaki stratejileri biraz daha farklı.. Aslında bu işe alma süreçlerinde kalıplaşan bir sorular zinciri var ama sonrası şirketlerin kendi yapısına göre farklılıklar gösteriyor.. Bu onların İK larının gelişmişliğini mi gösterir yoksa fazla boş olupta saçmalamalarının neticesinimi.. Biz bu dünya devlerinden birinin işe alımında adaylara bir takım sorlar sormuşlar.. Bunları bende size soruyorum.. Sonra beraber düşünelim..

Kaynak: William Poundstone tarafından derlenen ?Fuji Dağı?nı Nasıl Taşırsınız??

1-6 mermli bir tabancaya arka arkaya konan iki mermi var. Ve ilkini ben ateşliyorum boş çıkıyor.. Sıra sana geldiğinde ölmemek için tekrar döndürürmüsün yoksa direkt sıkarmısın?

2-Kanilizasyon kapağı neden yuvarlaktır?

3-?Bir koridorda, üç elektrik düğmesi var ve bunlardan birisi uzaktaki bir odanın ampulünü aydınlatıyor. Odaya bir kez girerek doğru düğmeyi nasıl bulunuz??

4-Bulunduğunuz odada iki kapı var ve birisi çıkış kapısı. Çıkış kapısının hangisi olduğunu bilen görevlinin yalancı mı yoksa doğrucu mu olduğunu bilmiyorsunuz. Buna rağmen hangi soruyu sorarsanız, her ihtimale rağmen doğru kapıyı bulursunuz?

5-Biri 3 litrelik, diğeri 5 litrelik iki kabınız ve sınırsız su kaynağınız var. Bunları kullanarak tam 4 litre suyu nasıl elde edersiniz?

6-Sekiz bilardo topundan biri diğerlerinden daha ağır. Terazi yardımıyla iki tartım yaparak ağır olan topu nasıl bulursunuz?

İlginç bir o kadarda komedi bir yönü var.. Yani bugun gittiğiniz bir firmada size boyle bir sorular sorsalar çoğu kişi afallar.. Ama adamlar aşmış abicim.. Diyorki ; kardeşim ben kanalizasyon kapağının neden yuvarlak olduğunu bilmeyeni almam:) Bu işin şakası.. Tabiki muhteşem İK nın akıl almaz girft bir çalışmaasının ürünü bunlar:P. Bu sorular sonucu senin ne kadar potansiyel suçlu olabileceğinden, tuttuğun takım için ne kadar fanatik olabildiğine kadar sonuçlar çıkartabiliyorlardır diye düşünüyorum!!!

Bence bu tarz sorular bir gelişmişlik alameti ise; buyurun bunlarda muhtemel Türk firmasının soruları..

1- 5 i 5 liradan 5 yumurta kaç liradır? ( insanın stres altında doğru karar vermesini belirler)

2-10 yumurta olan sepet var, altı çıktı kaç kaldı? ( Dikkat, iletişim kurma kabiliyetini belirler)

3- Dalda 3 kuş var ve avcı birini vurdu, dalda kaç kuş var? ( analitik düşünmeyi ölçer)

Bakın bizimde İK larımız gelişti bir anda..

Yaw olurda bu kadar olmaz.. İşe alımlar iyice çığrından çıktı.. Gelir aday bakarsın efendi gorunumlu adam gibi adam mı.. Biraz konuşturursun.. Zaten herşey anlaşılır o iki dakikada.. Tabiki işe alacak adam yetkin birisiyse...

Yetkili dediğin adam aday odaya girdiğinde gözüne bakarak notu verecek adam olmalı. Yok öyle bin dereden su getiren sorular falan.. Yetkinlik diye birşey var.. Önemli olan işe alanın yetkinliği yeterli mi sizce?

Kim bu İK yaw.. İsmet sen misin aslanım? Muhafızlar tez bulun bu adamı..

selo pabucu yarım

çocukken garip garip tekerlemeler bilirdim.
bir kısmı hala aklımda. istesemde çıkaramıyorum.
insanın yüzüne yüzüne bakan fasülyeler baklalar, kremalı çörekler sütlü börekler... neler vardı sahi diyenler için sourtimes'te şöyle küçük bir aramayla hafızayı tazelemek kolay.

benim gelmek istediğim nokta bunları üreten zihniyet. bunları kim uydurur hep merak etmişimdir. bir defa büyük olmadıkları çocuk tayfasından oldukları kesin. hangi büyük kafasındaki kabuğu sıyırıp, derinleşmiş mantık izlerini aşıp bu kadar kreatif bu kadar özgün ama bağlantısız, alakasız şeyler uydurabilir ki. ama hangi çocukta hem müziği tınısı, hem sözleriyle kafandan istesende bir hayat boyu çıkaramayacağın kafiyeli şeyler düşünebilir.

bir ihtimal dünün çocukları olan şu anki reklamcılar diyorum. o devirlerde (ben çocukken, taş devri) adam olacak çocuk havasında biz tekerleme tüketicilerini gözlerine kestirdilerde beyinlerimizi yıkayıverdiler. Eminim şu anda dünyanın bir yerinde (mim!) 7-8 yaşlarında bir çocuk tüm çocukların dilinden düşüremeyecekleri, hayal güçlerini daldan dala zıplatacak şeyler uyduruyordur (akıllarına kazıyordur mu diyelim).

AA evet, o tekerlemeyi ben uydurmuştum.
Bunu söyleyecek biriyle karşılaşmayı umuyorum bir gün.

hurafeler nasıl doğar, büyür, eşşek kadar adam olur

efendim bir boş tatil gününde sevgili dostum güzel insan tipbir ile oturuyoruz steril bir ortamda. derken konuşacak konu sıkıntısına girmeye başladık. geyiğinde bir limiti var yani.

dostum elindeki mc donaldsın şu küçük uçlu kaşığıyla oynarken sapını kırmış. masanın üzerine bıraktı. ucundan vurduğunda dönen bir çarkı feleğimiz oldu böylece.

koca koca adamlara pek yakışmayacağını bilsekte bu mevzuyu pek takmıyoruz. bir soru sorup çevirmek geldi adamın içinden. kaşığın ucu kimi gösterirse o ne olsun. efendim eşek olsun. çeviriyor kaşığı derken yan masa çıkıyor. sonra ikinci soru, kaşık kimi gösterirse o halayık olsun (bunun hikayesini anlatsam çok gülerdiniz). halayıkta aynı masadan çıktı.

biraz heyecan dozunu arttıralım dedik. kaşık kimi gösterirse iktidarsız (oha!). bastımı bizi ter. kim iktidarsız çıkacak bakalım. derken kaşık döndü döndüüü. ucu kimi gösterdi dersiniz. çapraz masayı. bir oh çektik ikimizde. kendi kendine gerginlik yaratmakta ne oluyor.

sonra sorular gelecekten açılmaya başladı. sevgili kaşık, kimi gösterirsen o daha zengin olacak. ey ulu kaşık kimi gösterirsen o daha erken ölecek. yüce kaşığımız kime işaret ederseniz o önünüzde diz çökecek. derken olaya isimde geldi. kırık kaşık falı. ritüelide iyice geliştirdik. ulu kaşığın içine bağırarak dilek dileyecek veya soru soracaksın. sonra çevireceksin. artık kimi gösterirse o şanslı veya bahtsız insan.

durup düşündük. hurafeler böyle küçük geyiklerden mi doğuyor. çok saçma gelebilir ama bence evet!!

Cevher Var Senin Hamurunda

Akrabası olmayan yok gibidir.. onlar bizim başrolünü oynadığımız hayatımızın figüranları.. amca, yenge, teyze, hala, torun, baldız, kaynata, birader, bacanak v.b... ne kadar çok dimi? Dahada sayabiliriz bunları..

Birde herbirinin birer tanımı vardır. Kimdir baldız veya elti? Değilmi bilmek lazım bunları.. Sen ne kadar bilinmemesi gerektiğine inansanda bilmediğin farkedildiğinde kınanırsın.. Anneler bu konuda toplumun en uzman kişileridir..Bu gelişmiş kavramlarla yapılan tanımlar vardır.. Yengenin eltisigilden eniştelerinin baldızı.. Buyur başka ne alırdınız? Benim bu tarz bir tanımı ilk seferde çıkarmam imkansız.. İptal oluyorum zaten.. ilkinde oturtamazsan sonra hiç anlıyamıyorsun.. Birde anlamadığın için çeşitli yollardan deniyorlar. Ya hani Rıfkı amcan varya ablanın eltisinin amcasının kardeşi.. Hah onun küçük kaynısı.. Bunuda anlamadıysan pes. Herşey açık seçik ortada daha nasıl anlatılsınki ama sen hala senfoni dinliyorsun kavallar eşliğinde.. Bu arada adını ilk kez duyduğun Rıfkı amcanın kim olduğunu sorma cesaretin yok denecek kadar az..:)

Aslında böyle bir tanişma olayında en temizi hafif bir tebessüm ile başını sallayıp.. Biraz samimi hatır sormaktır.. Yani aa evet anladım.. Ay ne güzel bende hep merak etmiştim, tanıştığım çok iyi oldu!!! demek gibi birşey.. Aksi halde anlamadığınızdaki handikap tam bir komedi:)

Olayın bu kadar kompleks olması bizim kültürümüzün bu konuda nirvana derecesinde gelişmiş olmasından.. Bakın şimdi olay nerelere gelecek.. Ben bile şaşıracam galiba:P

Şirketlerde insanları motivede hep tavsiye olarak söylenen kişiye değer vermektir.. Nasıl yapalım.. Mesela bir departman açın, falan sorumlusu diyin.. yani bir sıfat verin vasfı olsun..O zaman daha mutlu ve verimli iş çıkar.. Bu denenmiş ve netice alınmış bir fikir.. Yani değer vermenin en somut hali.. Bu sistem şirket çıkarları ve huzuru için ortaya konmuş bir fikir.. Ama sen kültürümüzün bize farkettirmeden yaptırdığına bak.. Toplumu oluşturan her ferde akrabalık ilişkileri noktasında bir misyon vermiş. Hemde herkese bir tanede değil iki üç tane.. Böylece herkes sorumluluk sahibi, sorgulama ve hesap verme bilinci içinde.. O zaman diyorki ''ben önemseniyorum''.. ''Ben koskoca amcayım tabi sayacak beni''.. veya ''ben halayım söylerim tabi yanlış yaptımı''.. Bu toplumsal oluşumda kişiler sayıldığında sevecek sevildikçe sayılacak.. Aksaklıklar olabilir bu insanın olduğu her yerde olan birşey.

Hele hele bakın şirketimizi daha verimli kılmak için aldığımız yontemin makro boyutunu biz farkedemeyipte elin japonundan felan almışız.. Kadıkı kültürümüz değil bir şirket koskoca bir topluma uyarlamış, saygı anlayışı ile... Yaa kültürüne sahip çık diye boşuna söylememişler:)..

Ama diğer ülkeler böyle mi?.. Onlar bu sistemleri keşfetmek için sıfırdan düşünüyor. Çünkü onlarda bizdeki kadar gelşmiş akraba tanımları yok..

Biz önce sahip olduğumuz değerlere bakalım..İçimizde bir çok sistemin kaynağının farkına varacağız.. Bu arada herkesin annesinin eltisinin kayınbiraderinin baldızının küçük kaynına selam olsun.. Aa çok şaşırdım.. Ben size şaşırcam demiştim:)

Çarşamba, Mayıs 25, 2005

zaman mı hızlanıyor biz mi yavaşladık!

günler aylar yıllar akıp gidiyor. akıntı hızlandı sanki.

yahu teknoloji kendimize daha fazla zaman ayıralım diye geliştirilmiyor mu? yoksa amacı mı şaşırdık. teknolojiyi geliştirmek için daha fazla zaman harcar olduk.

sonuç zaman fakiri para zenginleriyle para fakiri zaman zenginleri dolu bir dünya.

kendine zaman ayırmadıktan sonra paranın, kazanmanın ne alemi var. hareketlerime dikkat ediyorum. hep bir acelecilik var. uyanır uyanmaz koşuşturmaca başlıyor. işe yetiş, işte dolu dizgin koştur (telefonlar, toplantılar, mailler, ıvırlar zıvırlar), akşam eve dönünce bile kafamda herşeyi planlamış ve biran önce tamamlamaya mecbur bir acayip tavır içinde oluyorum. yemeği ye, televizyonda şu programa yetiş, şu kitabı oku, internette şunları hallet.

şartlı refleks haline gelmiş koskoca bir hayat. sadece yaz tatillerinde iki haftamıdır kendimi toparlamam için bana tanınan süre. eh, buna da şükür mü diyelim. yok yok. frene basmaya karar verdim. şu an yazı yazma hızımda dahil olmak üzere herşeyi yavaşlatıyorum. yemeği artık çiğnediğimi hissederek yiycem, bisiklete bindiğimde dağ tepe çıkmak için pedallara çok asılmıycam. yavaş yazıcam, tane tane konuşucam (aa bir tek bu kalmış elimde, bak bunu yapıyorum zaten), adımlarımı bile yavaşlatıcam.

e bu defada hayatta yaptıklarımın, başardıklarımın sayısı hayatı yavaşlatma hızıyla paralel olarak azalacak. (mı acaba) hiç sanmam. sadece kendimizi kandırıyoruz. biraz yavaşlasak, herşeyin tadını çıkarmaya çalışsak birşey kaybetmeyiz. kendimize işkence ediyoruz şu kısacık hayatta.

bundan sonra herşey yavaş yavaş.

yalın ayak

çalıştığım yerde büyük bir bahçe var. içimde de uzun zamandır yalın ayak çimenlerde dolaşma isteği. bu isteği bir reklamda tetikledi. çay reklamıydı galiba herkes ayakkabıları bırakmış çimlerde (çim mi çimen mi?) dolaşıyor. ama çoraplar kayıp. herkes ayakkabısını çorapsız mı giyiyor yoksa.

kusur arama özelliği bazı insanlarda diğerlerinden daha baskın durumda herhalde. aklıma önceki post'lardan birinde tipbirin profilo mağaza camlarının sağlamlığına kafayı takması geldi. demekki takıyor insan. kusur arıyor. kusur araması gizli bir mükemmele ulaşma programından (matrixmi bu) veya hedefinden mi kaynaklanıyor? estetik olmayan veya kafadaki kalıba uymayan batıyor.

estetik olmayan demişken. sahi estetik olan nedir? belirli matematiksel orantılara sahip olan tasarımlar, aranjmanlar mı? bazen dağınıklığın da kendi içerisinde bir estetiği olabiliyor. estetik olduğu yargısını yapan da insan. o zaman estetik subjektif mi? pek değil. demekki insandan insana değişen bir mekanizmayla ilgisi yok. her insanda bulunan sabit bir fonksiyon gibi. (matematiğide soktuk işin içine). belli girdileri alıyorsunuz, bir kara kutuya giriyor ve beğeni veya beğenmeme çıktısına sahip.

bu yaptığım yargıda diğer tüm yargılar gibi tamamen yanlış olabilir. gri ve tonlamalı düşünebilmek aristonun bir değilse sıfırdır azizim yaklaşımından kurtulmak lazım kafalarda.

hayalen çimlerde yalın ayak gezerken aristoyu eleştirmek. blog böyle birşey işte.

Son Söz

Gecen bir kafede arkadaşımla oturmus, hayati idalize etmek üzere projeler geliştirirken konudan konuya zıpladık,konduk veya atladık..Tam olarak nasil geçtik diğer konulara şuan hatırlayamıyorum:)

Bu muhabbet sırasında kendimin hayata bakış noktasında insanların lağıma baktıktıkları bir pencere olduğumu soyledim:P (niye söyledim bilmiyorum) Ama bunu soylerken (lağıma bakan pencere) arkadaşın yüzüne baktığımı farketmememişim:) Kendiside son sözü söyledi:) ''Bende lağım..''

Ben kopmuştum.Sizi bilmem. O zaman çok komik olmuştu da:P

Salı, Mayıs 24, 2005

Bir Hobiniz Varmi?

Geçen düşündümde.. aslinda sık yaptığım bir şeydir ama bu sefer zihin çeperlerime hobiler takıldı.. Hayatı renklendiren bazende içinden çıkılmaz hale getiren hobiler..

Herkesin bir hobisi vardır iyi kötü. Gerçi hobinin iyisi kötüsü olmaz der uzmanlar. Bunun en yaygın olanı puldu. Ama eskidi artık. Şimdi daha ilginç şeyler var.. Mesela işlemci kolleksiyonu. Yaa hobiye bak hizaya gel, baştan say 3 te dur derler buna. Ama var bu canlılar toplum bunlari kabullenmiş.. Adam her tip işlemcinin kendisinde bulunmasıyla gurur duyuyor. Gerçi annesinin kendisi hakkındaki görüşlerini almadık onuda siz tahmin edin:) Aslında bir yönüyle ilginç olabilir. Gel sana işlemci kolleksiyonumu göstereyim. Kulağa hoş geliyor. Veya parfüm şişesi kolleksiyonu yapanlar var.. bunların hobileri çevresine zarar verme boyutlarına ulaşmış bile. Bir sürü boş şişe ve sanki antik çağdan kalma.. hayal bile edemiyorum..

Daha sayabilecegimiz bir çok hobi var.. Ama hobinin kontrolden çıkması durumu varki eninde sonunda olan bir gerçek.. Evde biblo kolleksiyonu yapan arkadaşımın babası taşınırken 630 parça bibloyu da beraberinde götürmüş.. Teyzeye verilen işkenceye bakın.. Kaldıki amca son gaz hobisine devam ediyor:)

Hobilerin otel odalarını etkileyen türlerinide herkes bilir.. Otel odası şampuan kolleksiyonu.. Tek kelimeyle korkunç.. otelden havlu alanlar bile var. yaw bununda kolleksiyonu olurmu demeyin.. Yaparsan oluyor.. Kolanyalı mendil hobisi.. en zor anlarda bile kullanamazsın onları.. Kupa hobisi.. eve birsürü kupa alınır koyacak bir yer yoktur ama kendini durduramayan bir canlı söz konusudur o evde..

Daha sayabileceğimiz binlercesi.. Benim bildiğim hobiler insani zihnen dinlendirmek keyifli dakikalar geçirmek içindir.. Ama buhranlar yaşatan bir hal alır.. Kontrol altına alınamaz durumdaki kolleksiyonu korumanın verdiği sıkıntı tahmin edemeyiz.. Kendimizi rahatlatmak için başlanılan hobi ileride bir takıntı halini alabilir.. Çevresine yaşattığı kabus apayrı bir mevzu.. Korkunç olan bu kolleksiyonlardan her birinin bir hikayesinin olması.. yani bir yakaladımı hobici arkadaş sizi işiniz zor..hayal edemiyorum yaniiii.

Birde bu hobicilerin bir araya gelişleri varki... Dillere destan. aynı şeyi biriktiriyorlarsa bırakın onları haftaya alırsınız:) Çok yorum yapmıyım Türkiye Hobiciler Odasından (THO) tepki almaktan korkuyorum. Ne oda ama?

Bence bu konuda sağlıklı hobi yapma merkezleri olmalı. Devlet desteklemeli, bütçe ayırmalı.Bakanlık kurmalı Bir psikolog gözetiminde dur yapma, yeter artık, kimse yapmıyor sen niye yapasın ki, sonun bunlardan olur Allah korusun gibi telkinlerle daha ölçülü hobiler. ne güzel dimi?

Son olarak diyorumki; Kontolsüz hobi hobi değildir...

Pazartesi, Mayıs 23, 2005

mesafe samimiyet ikilemi

iş yerinde kişisel olarak karşılaşılan sıkıntılardan biri aradaki mesafeyi ne derecede tutmak gerektiğini kestirememek olmalı. "iş arkadaşı" kavramı aynı ortamda çalışanların birbirine verdiği isim ise ortak paydaları çok olan ama aynı iş yerinde çalışan kişilere ne isim verilmeli? iş dostları? bildiğin arkadaş işte, ha okulda tanışmışsın ha iş yerinde. tamam, ama yarın yönetici olduğunda durum ne olacak? iş yerinde kimseyle dost olmayıp sadece arkadaş mı kalınmalı yoksa pozitif elektrik aldıklarınla şansını denemek mi iyidir?

bu soruyu bir kenara bıraktıktan sonra bir başka samimiyet mesafe dengesi sorusuna odaklanalım. çok samimi olduğunda istismar edenler çıkar. çok mesafeli olduğunda ise burnu büyük damgası yersin. burada dengeyi nasıl sağlamalı?

bence yöneticilerin, yada yöneticiliği düşünenlerin belirli bir mesafe çizgisini aşmaması şart. kişilik anlamında çok iyi uyuşanlarınsa dostluklarını iş ortamında perdelemesi en uygunu. yoksa? yoksa yürümüyor. mutlaka bir bağımsızı oynamak gerek. "şunu şu projenin/departmanın başına getirmeyi düşünüyorum ama dostu o projedeki şuyla iyi geçinemiyor. onun arasının bozuk olması bunada yansır mutlaka. o halde yönetici şu olsun. yetkinlikleri diğeri kadar iyi değil ama herkese eşit mesafede." bu muhtemel bir tepe yöneticisi diyaloğu/monoloğu değil mi?
mesafe koymak demek suratı asıp selamlaşmaktan başkasını yapmamak değil elbette. o zaman takım oyuncusu olmamanız yüzünden kendinize çelme atmış olursunuz.

mesafe koymak, istismar edilmesi muhtemel hareketleri/yorumları yapmaktan kaçınmak olmalı. ne dersiniz?

romantik film seyretmeyin

evlilik sözcüğünü her geçen gün daha fazla duyuyorum. arkadaşlarımın konuşmaları "bu iş üniversitede bitirilmeliydi" gibi bir hayıflanma içeriyor çokça. Yaş ilerledikçe çok daha seçici oluyor insan. Halbuki seçebileceklerinin sayısıda azalıyor. Fırsat tüketme yönünde zamanla bırakın hızı ivme bile artıyor. Birçoğunun kendini kandırmak için elindeki tek koz kızların olgun erkeklerden hoşlanıyor olması. Halbuki olgun erkeklerin tavırlarını çocukça bulduğundan genç bir kızı beğenmesi o kadar zor ki. Gençken hele üniversitedeyken evlilik ne kadar göz korkutucu oluyor halbuki. Gündemde bile yok. Verilecek dersler, arkadaşlarla gezmeler, günü gün etmeler. Sonrasında iş dünyasına giriş. İlkin kendini ispat çabası. Derken evet artık vakti geldi denilen anda hazırda bekleyen biri yoksa çetin bir süreç başlıyor (yaşayanları dikkatle izledim). O kadar çok handikap varki bu süreçte. Kız erkeği beğenir erkek kızı beğenmez, tam tersi olur, beğenirler aileler beğenmez, bunun tam tersi olur. Parametre çok istediğiniz gibi kombinasyon yapın. Birde şunları ekleyelim; denenir yürümez, koşulur erişilmez, erişilir koşulmaz. Halbuki evlenen arkadaşlarıma bakıyorum ne kolay herşey onlar için. ilk denemede tam isabet. Evlenemeyenler ise çok denemiş sonuç alamıyor. Sorun ne burada? Tabiki kendini hayatın akışına bırakmak. Evlenenler çok elemeden denemeden kabul etti. Anlaşabiliyorlar mı peki? Orasıda bambaşka bir mevzu. Anlaşıyor görünüyorlarsada birbirlerine katlandıklarını her fırsatta belli ediyorlar.

O zaman bu romantik fimleri kim açıklayacak. Rüyalarının kızıyla karşılaşmalar, romantizm, sorunların üstesinden birlikte gelmek, harika uyum. Gerçek hayattaki tüm parametreleri kombine ettiğinizde bunun gerçek olma ihtimali yolda yürürken kafanıza meteor düşmesiyle aynı herhalde. Birde starwars veya lotr gibi fantazi filmlerle dalga geçerler bunları seyredenler, hiç gerçekçi değilmiş. romantik filmler çok mu gerçekçi.

Hülasa şu kategorilerden birindeyseniz evlenebilirsiniz yoksa işiniz zor; Çok genç, cahil, kaderci, üşengeç, çok zengin, çok güzel/yakışıklı, kör

Bayanlar Mor İnek Olmalı

Kadınlarımız.. Onlar hayat sahnesinde anne, abla,kız kardeş, nine,eş v.b. şekilde çıkar karşımıza.. onlar bizimi baştacımız...Onların hayatımızdaki rolleri ve fedakarlıkları itibariyle farketmememiz ve takdir etmememiz ciddi bir ayıp.. Ama bunun yanında her insanda olan ama kadınlarda çok daha belirginleşen farkedilme veya beğenilme duygusunu ele alalım. Alalım mı? alalııııım dedikleriniz duyar gibi oluyorum:)
Evet farkedilmek, beğenilmek.. Çoğu bayanın ağzından şu cümleyi duymuşuzdur.. ''Bu gece en güzel ben olmalıyım''.. Tebessüm ettiğinizi görür gibiyim:) Evet onların içilerinden gelen duygularının doğrultusunda bunu istemeleri kadar doğal bir şey yok bence (başka duygularla bu isteklerini bastırmamışlarsa).. Böyle bir gerçek evde dolaşırken (ablası olan biri olarak) bir anda beynimde şimşekler çaktı..
Evet hepimizin bir şekilde duyduğumuz bir mor inek hikayesi var ''Farklılaşma''.. Arman Kırım la tanıdık. Kendisi bu populer bakış açısını iş dünyası için ortaya koymuş olsada, tüm ilişkiler ve işler makro veya mikro anlamda benzerlik gösterir.. Bende bu bakış açısından farkedilme duygusunu bu sisteme nasıl oturtabiliriz ve bayanların bu hislerine daha bilinçli ulaşmalarına nasıl katkıda bulunabiliriz diye düşündüm.. Yani okuduğunuz bu yazı başta onların olmak üzere hepimizin mutluluğu için:)
Şimdi konyu ele alalım.Öncelikle farkedilme anlamında elimizdeki parametreler nedir... Fiziki görünüş, Davranış Bütünlüğü, Konuşma Tarzı ve Düşünce sistematiği... olarak temel guruplarda inceleyelim..
Fiziki güzellik; içinde bakımlı olmayı ''kadın çiçektir'' iddalarını doğrulayacak herşeyi içerir ki günümüz kadını bunu azami derecede dikkat ediyor.Kaldıki fiziki özellik Allah vergisi olmasından dolayı bakım konusu önem kazanıyor. Bu konudaki gayrette kozmetik dünyasının ve bakım ürünlerinin gelişmişliğinden ne düzeyde olduğunu anlayabiliriz. Yani fiziki güzellik gerekli ama yeterli şart değil.
İkincisi davranış bütünlüğü ki; kültürümüzden ve ahlak anlayışımızdan kaynaklı kesinlikle dünya standartlarının üstünde bir ortalamaya sahip.. Bu konuda bir farklılaşma olumlu bir farkedilme olmayacaktır..
Üçüncü özelliğimiz olan konuşma tarzı ise; tek başına ele alamayacağımız bir özellik. Yani davranışlara paralel olan ve düşünce sisteminin somutlaşmış hali.. Bu konuda yapılacak olan farklılaşma değil ama iyileştirme olmalıdır.
Sonuncu parametremiz ise düşünce sistematiği; bu kesinlikle farklılaşılabilecek sınırsız bir alan.. kültürlü, espri anlayışı olan ve üretebilen bir bayanın farkedilmemesi mümkün değildir.. Hele bu konuda yol almış bir bayan kesinlikle açık ara öne geçicek...Bu aslında her insanın farkedilmesinde önemli bir parametredir ama konumuzdan dışarı çıkmayalım.. Düşünce sistematiğinde yapılacak bir farklılaşma diğer tüm özellikleri olumlu bir şekilde etkileyecek ve etkileme katsayısını yükseltecektir.. Böyle gülen yüzler huzurlu insanlar var olacaktır.
Ama düşülen bir yanılgaya parmak basmak istiyorum.. O gece farkedilme veya beğenilme arzusu direkt fiziki görünüş olarak odaklanılıp bir farklılaşmaya gidiliyor. Ama bu çokta devamlılık arzeden bir farkedilmek değildir, anlıktır, geçicidir.. Ama düşünce sistematiğindeki bir farklılaşma ömür boyu devam edebilecek beraberinde saygınlık ve hayranlığıda oluşturan bir farklılaşmadır... Umarım bu yaklaşımım başta bayanlarımız olmak üzere herkese bir bakış açısı kazandırmıştır...

Pazar, Mayıs 22, 2005

Jenaratörle Bir Haftasonu

Haftasonları hepimiz için özel ve önemli bir zamandır.. Sabırsızlıkla bekler planlarımızı son damlasına kadar büyük bir keyifle yapmaya çalışırız.. İşte bende böyle saf ve temiz duygularla bir hafta sonu geçirme dileğiyle sabah erken kalktım ve öğleye doğru arkadaşımla buluştum. Selamlaşma faslından sonra ilk elektrik söz konusu oldu.. Bunun anlamı zannettiğiniz gibi değildi. Yanyana yürürken kollarımızın doğal salınımları esnasında birbirine temas noktasında patlayan kıvılcımların kaynağı statik elektrikti. Yani arkadaşın hafta sonu elektrik üreteceğini nerden bilebilirdim ki:) Adam resmen alternatif enerji kaynağı gibiydi. Akşam yollarımız ayrılsaya kadar düzenli olarak çarptı beni:) Benim bildiğim bir kere çarp geç, ama bu öyle değilki gün boyu yaa...Yok sol koluma çalışıp duruyor kol tutuşacak zannettim. Hafif bronzlaştı zaten:) Yani ne enerji dolu bir hafta sonuydu sormayın. Mühendis olmanın bir sorgulamasıyla olayı analiz etmeye çalışsakta bu neticeyi değiştirmedi. Olan onun sağ benim sol koluma oldu... İşin özü; bazen haftasonu için yapılan planlar arasında ilginç gelişmeler olur ama ben bu kadar ilgincini ne duymuş nede yaşamıştım.. Bu haftasonunu sağ salimen atlatık ya ona şükür...

Cumartesi, Mayıs 21, 2005

Markalaşan Adam: CMYLMZ

Günümüz şartlarında ürünü satmak için bir çok yöntemler ve fikirler duyuyoruz, uyguluyoruz.. ama bunları başka açılardan ele alıp uygulayan bir ürün geçenlerde dikkatimi çekti. Aslında dikkati çeken son programının afişi idi.. evet C m y l m z dan bahsediyorum..
kendisi çıkmadan önce ekranlarda stand up diye adlandırdığımız sektöre koyabileceğimiz biri vardı.. o zamanlar radyodan tv ye geçmeyi başarmış ve genç kitlenin yeni yeni keşfettiği bir isim.Beyazıt Öztürk... Genç yakışıklı ve esprili.kültürümüze ait bir yaklaşımla kendisinin ismi kısaltılarak lanse edildi ''Beyaz''. ulusal bir kanalda program yapmasıyla iyice sevilen biri olmayı başardı. Bu zamanlarda Okan Bayülgen de vardı belki ama uslubunu o dönem içinde özümseyen bir seyirci kitlesi yeterince yoktu. Tavırlarını ukalalık olarak değerlendirdiler. Neyse bu ortamda beyaz için çizilen reklam stratejisi daha doğruydu ve Beyaz ı öne geçirdide. Peki neydi bu strateji.. Okanın uslubuna tepki gösteren halka anne düşkünü sevimli aslan gibi bir adam ayrıca komik.. Meydan onun için boştu ve koştu..Ama nereye kadar..
Derken sektöre bir ürün girdi ve piyasayı salladı.. Kimdi bu peki?? Zirvede duran Beyaz a tamamen bir alternatif.. Cem Yılmaz... Daha komik.. ve bu işe uygun bir fizik. Bunlar onlar için Allah vergisi özellikler. Cem yılmaz ın reklam stratejisini kim yaptıysa kesinlikle Beyazın kinden çok daha akıllı biriydi.. Beyaz a alternatif simsiyah bir kıyafetle programlarına çıktı Cem Yılmaz..Beyaz a inat siyahla özdeşleşti.Hatta afişleri bile simsiyahti. reklam afişi dikkatimi çektide görmüşsünüdür ama anlatmak isterim..siyah zemin onu hatırlatacak bir işaret olan gülme ve son reklam stratejilerinden sesli harfleri kaldırılmış isim ve soyad.. kesinlikle 10 puanlık.. O tv yi değil sahnelerde uzmanlaşmayı hedef aldı.. Kendine tarz belirledi. Bu tarz kesinlikle tv nin kuralları içine sığmıyacak boyutlardaydı.. Kendi alanında yeni bir sınıf oluşturdu ve onun lideri olmayı başardı.. Tiyatrolara gitmeye alişkın olmayan insanımız artık sahnelerde bu küçük dev adamı seyretmeye başladı.. Kaldı ki cem yılmaz bir marka olduğunun Beyaz a göre daha farkında hareket etti. Onu oyunlarında şu sözü ile hatırlayabilirsiniz ''malzeme bu''..belki bu bir espriydi ama yinede bir farkındalıktı.. evet ürün ortadaydı ve ambalaj ve sunum yerli yerindeydi ve tuttu.. Kendisinden sonra Ata Demirer çıktı ve iyi bir strateji izlediysede kendisi sektörün selpağı olma yolunda başarılı olan Cem Yılmaz ın gölgesinde kaldı.. Zaman bazı tesbitleri kesinlikle doğrulayacaktır.. Tebrikler Cem Yılmaz..

polen fırtınası

ne bu yahu. bütün gün şehrin heryerinde polen yağmuru vardı. iki paket mendil bir rulo kağıt havlu bitirdim alerjimnden. sonunda kendimi zafer plazanın izole binasında filtre edilmiş havaya bıraktım. tamam ağaçları çok severim ama bütün kavak ağaçlarını kesseler zerre kadar üzülmem.

Cuma, Mayıs 20, 2005

Şarkılarla Büyüdük Biz

Çocukluğumuz... Özlemle çoşkuyla aradığımız günler... top peşinde koşup kuzu meleşmelerine karışan şarkılar.. Evet evet şarkılar dedim. Bunlardan bir tanesini geçenlerde duydum ve dumur oldum.. Bu şarkıyı zannediyorum bir çok kez duymuş ve ilk kez dinlemiştim heralde... Sizlerde biliyorsunuz onu..Sözleri şöle başlıyor.. '' Yağmur yağıyor, Seller akıyor, Arap kızı camdan bakıyor''. İlk baktığımızda masum şarkının temelinde bir felaket tellakçısının seslendirdiğini farketmemek çokta zor değil. Kayıtsız arap kızın ortalığı sel götürürken sadece camdan bakmasıda tam bir sansasyon.. Kimdir bu arap kızı? Nedir ondaki bananecilik hissi? Yarın birgün ''deprem oluyooor, evler sallanıyooor, aynı kız hala serediyoor'' şeklinde bir şarkı bu şablona çokta yabancı değil.. Kaldıki bu halka maledilen çocuk şarkılarının yine bizim çocuklarımızı bir felaket haberiyle eğlendirilmeye çalışılmasıda hiç hoş bir durum değil.. ben burdan yetkililere sesleniyorum. Sayın yetkililer biz felaket şarkılarıyla eğlenen bir çocuk istemiyoruz. Toplatın bu çocukları. İlginize teşekkür ederim.

Yaklaşmış Ama Tutturamamışlar

Hepimizin bildiği bir reklam ''Profilo''.. Sevgili Kadir İnanır ile çekilen ilk seri.. Bakışlarıyla ortalığı patlatan jön.. Ve reklamın sonunda patlamayan bir cam.. Bir türlü patlatılamayan cam... Şimdi reklamda vurgulanmak istenen profilonun dayanıklılığı ise.. Şunu ayan beyan söylemeliyim ki dayanıklı olan profilo ev aletleri değil cam... Kadir baba camı kıramadı...Bugünlerde mahalle aralarındaki camcılardan akıllı birinin 'Kadir babanın patlatamadığı cam' şeklinde bir reklam çalışması yapması beni çokta şaşırtmaz... Bu açıdan yaklaşıldığında çokta yerine oturmayan bir reklam..
Bu konuda eskilerden hatırlayacağınız Cüneyt Arkın ın uçan tekme ile vurduğu bir buzdolabı vardı ki kesinlikle dayanıklılığın çok daha net altını çiziyordu.Ama olayı illa reklam şirketine lehine çevirmek ve onların fikirlerini boşa çıkarmamak gibi garip bir amacımız olsa; bu durumda diyebiliriz ki Profilo ürünleri Kadir İnanır ın dikkatini çekmesi sonucu bakışların etki gücü azalarak camlara etki etmemesi gibi bir yorum getirebiliriz.. Ama burada da farkettiğiniz gibi yine profilonun dayanıklılığı değil dikkat çekiciliği gibi bir hususiyetin altı çizilmiştir ki ama bu konuda ürünün reklam yapmasını gerektirecek farkedilir bir çalışması yok... Yani sözün özü.. hafif esprili bide sonunda profilo ismi geçen unutulmaya yüz tutan Kadir İnanır ın hatırlatıldığı hedefi ıskalanmış bir reklam, gerisi size kalmış...

Fantazi Filmler ve star wars 3

Gercek şuki bir arkadaşımın beni götürmesiyle gittiğim bir fantezi film 'star wars 3'....Aksi halde gitmek aklıma gelmezdi. Ama aklıma gelmemesi filmin suçu..
Çocukluğumuzdan bu yana duyupta hayatımın hiç bir karesinde beni cezbedememiş bir yapıt.. Gittim ve tüm olup biteni star warsta tüm olup biteni çözdüm... aslında fantezi filmlerde ilgi cekici bir sey bulamamak benim hatammıdır bilmem ama henri pıtır ve yüzüklerin efendisinde de benzer duyguları hissettim...
Gelelim star wars 3'e ; filmin ilk 15 dakikası goz kapaklarıma inen ağırlığı kaldırmakla göz kapak kaslarımı geliştirip filmin sonrası için kendimi hazırladım.. kaslarımı iyice geliştirdikten sonra dilini inceledim.. gerçekten anlaşılır clear diye tabir edebileceğimiz masum bir ingilizceye sahip.. Bir süre alt yaziyi okumadan filmi dinledim.. anakinin sapıtmasıyla ilgimi konuya odakladım.. Bu tür yapıtlarda tek dikkatimi çeken filmde kullanılan teknoloji.. İmajı olusturmaktaki yaratıcılık.. Bunda da persfektif açıları beni baya bir eğlendirdi.. kocaman bir geminin başka bir gemiye yakalaşarak minicik kalması oldukça eğlenceliydi.. Filmde akılda kalana müthiş sahnelerde yok değil tabii. ilki anakinin eşi ile olan seni seviyorum diyoluğu idi.. teknolojide ciddi yol alınmış bi dönemde kılınç kullanan acaip yaratıklara binen tipler oldukça ilginçti.. herkesin gırla öldüğü bi ortamda anakinin eşine düzenlenen cenazede anakinin ne kadar önemli biri olduğunu anlatan bir sahne... son olarak obi one ın deveyle çocuğu getirmesi bize çocuk getirme görevinin leyleklerden önce develerin bir misyonu olabileceği...irdelenebilecek çok şey vardı kesinlikle... Merak edenler varsa filmden çıkan dersler ki çıkartmak lazım her zaman.. bir ruyadan dolayı savaş çıkartmamak lazım ikincisi ve önemlisi beş serisini izlemediğin altı serilik bir filmin tam ortası olan 3.süne gidipte fanatiklerin tepkisini almamak lazım..