Üç silahşörden hayata dair leziz, hafif gözlemeler.

Çarşamba, Ağustos 31, 2005

Çözülemeyen sorun

Dünya da hala tartışılan ve çözülememiş mevzulardan birinin kadın erkek ilişkileri olmasını oldukça gariptir. Zira kadın ve erkek hayatın en başından beri birlikte. Ozon tabakası sorunu bile son 20 yıldır vardı ve duyduğuma göre artık çözülmüş.

Neden aslında açık. İnsanlık olarak ay'a adam göndermiş, hatta mars'ın üzerinde gezinen robotları yapmış olabiliriz. Hatta süper bilgisayarlar artık saniyede bilmem kaç trilyon hesap yapıyor da olabilir.

Bilim ve teknolojide yaşadığımız bu gelişmeler eve gittiğinizde hiçbir diferansiyel denkleme benzemeyen ve mantık yoluyla çözemeyeceğiniz bir canlı olan kadın'ı çözebileceğimiz anlamı taşımamaktadır. Ama erkekte her zaman çözme beklentisi ve gayreti vardır. Şahsen günün birinde çözülebileceği düşüncesinde de değilim. Hülasa, problemin varlığında sorun erkekte değil kadındadır efendim. Zira neden-sonuç ilişkisinde problemler mantık ile çözülsede kadın çözülemez.

Yukarıdan bakıldığında görürsünüz ki ilişkilerde kadınların işi çok kolaydır. Erkek düşünce yapısı son derece stabildir, dümdüzdür ve sadece mantık bilimi ile ilgili fikir sahibi olmanız bile yaptığı her harekete bir anlam vermeniz için yeterli olacaktır.

Örneğin yapılan bir hataya kızar, ama zamanla sakinleşir. Zira sürekli kızgınlık ve kin tutmak gereksiz enerji israfıdır, ne gereği vardır şimdi. (Bakınız ne kolay anlaşılıyor). Halbuki kadın kızarsa hafızasında kızdığı hata ile ilgili kalıcı bir yer açar. Oraya yazar. Sürekli flashback ile hatırlar, tekrar tekrar düşünür durur. Bununla da kalmaz, her fırsatta alakasız bile olsa bu hatayı size de hatırlatır, intikamını kat kat fazlasıyla almaya çalışır. Enerji israf eder, hafıza tüketir, gereksiz yere zahmet çeker, kendini üzer ama bu mantıksal gerekçeler unutması için yeterli değildir.

Kadınların tamamen duygularıyla hareket ettikleri söylense de bu genelleme tüm genellemeler gibi yanlıştır efendim. Bilinmeyen güçler tarafından kadın çözülemeyecek bir bilmece olarak hayatımıza konmuştur. Çözülemez, çözülmesi beklenemez, ümit bile edilemez.

Bazen düşünürüm, tüm dünya erkek olsaydı (mitos ile bölündüğümüzü düşünün) medeniyet ne durumda olurdu. Tabiki dünyamız dev bir tatil köyü gibi olurdu. Zira kafalarımızı %80 işgal eden sıkıntıların kökenine indiğinizde aslında anlam veremediğiniz ama bir nedenle "ki bu sevgi veya aşk olabilir aşk konusu ayrıca incelenecektir" sizden beklentileri karşılamak için deliler gibi çırpındığınızı görürsünüz.

Kadın ve erkeklerin ortalama yaşam süresine hiç dikkat ettiniz mi.
Kim daha uzun yaşıyor sizce? Peki neden? Aşikar değil mi..

Durum bundan ibaret. Kötü haber; bu yazı hiçbir şeyi değiştirmeyecek.

Salı, Ağustos 30, 2005

Bilimin Adama İhtiyacı Var

Bilim resimden de anlaşılacağı gibi uzun yıllar öncesine dayanır.. Dayanma fiili hala grçekleşmektedir.. Temelleri bu kadar derinde olan bilimin dursunları hakkında hala bir çalışma süre gelmektedir veya gitmektedir..

Bilimle uğraşan adamlara bilimadamı, bilimle uğraşan kadınlara yine bilim adamı denir.. Bu bilimin erkeğe ait olduğunu vurgalamaktan daha çok kadının bilimle uğraştığı zaman içinde adam yerine konması olarakta algılanabilir.. Kaldıki feminist bir dünyada bilimle uğraşan bir adamada bilim kadını denmesi çokta yadırganacak bir şey yoktur.. Bu konuda neden böyle bir ayrım vardır bilemem ama olmaz ayıp şey analarımız olmasaydı edison nahsıl bulurdu..

Bilim denilince aklımıza hemen fizik gelir.. Gelmez alakası yok diyenler ne kadar öyle desede bu böyledir böyle kalacaktır.. Bu düşüncenin temelinde herkesin tek bildiği ve ilk bildiği bilim adamının einstein (ainştayn) olmasıdır.. Bu sevgili bilim adamı bize o kadar mal olmuşturki ''enişten'' olarak kültürümüze kazandırılmış ve artık bizden biri haline gelmiştir.

Kaldıki fiziğin bilimle aynı anda anılması çokta yadırganmazken artık günümüzde diğer fen biilimleride bilim olarak algılanabiliyor. Ama hala matemetiğe bir bilim olarak bakmayan insanlar var.. Kaldıki matematik tüm bilimlerin anasıdır.. insan nasıl anasını yok sayabilir.. Ayıp yaa.. Terbiyesizler.

Halbuki bir matematik dahisi olan ömer hayyam bildiğiniz üçgende bazı kuralların babası olmasına rağmen başkalarına mal edilmiştir.. Bunlar farklı mevzular ama bilinmesi lazım.. Kimyası olsun biyolojisi olsun yeterli reklamının olmamasından dolayımıdır bilemem ama bu onların problemi.. sende fizikçiler gibi bir strateji izleseydin.. İşin aslı beklide insanların bilim adına ilk girişimleri fizik temelli oldu.. Bu da fiziğin temelli bir bilim dalı olmasını beraberinde getirdi veya götürdü.. Ben karışmam.. Fiziğin temelleri diye bir kitap mevcutken kimyaya giriş, biyoloji ders notları gibi başlıklarda tanıdık biz diğer bilim dallarını..

İşin bir başka boyutu ise insanların içinde olan bilim adamı olma isteğidir.. Bilmiyorum ama bende olan bir istektir.. Peki bilim adamı olmak için sadece illaki fizik veya kimya gibi bölümlerle mi ilgilenmek lazım dersiniz? Tabiki hayır, ne alakası var.. bir mühendis sizce bilim adamı statüsüne giremezmi? hadi girdi çıkabilir mi? tabiki girer isterse çıkar..

O zaman netice ne olursa olsun sizin havanız iyi olsun.. Bilimle uğraşın, onu geliştirin, onunla ilgilenin ki sizede bilim adamı diyelim.. Diyelimde başınız göğe ersin.. Ersiiiin...... sana söylüyom.. ohooo hala akıl bir karış yukarda..

Pazar, Ağustos 28, 2005

Neden Saçların Beyazladı Arkadaş...

Şöyle bir kafamızı kaldırdığımızda çevremizde yaşlı insanlar göreceksiniz. Onlar bizimle beraber yaşayan tecrübeler.. Bazen onların farkında bili olmuyorken bir yandanda sıkıcı geliyor bazılarımıza..

Ama işin aslı bu yaşlı insnlara göre değişiyor. Bazıları gerçekten çok ton ton olurken bazıları aksi mi aksi oluyor.. Ne kadarda olsa saymalıyız. o zaman hep beraber sayalım :P

Bana genelde masum geliyor yaşlı insanar tek gişelik film gibiler.. Bir kere dinleyeceksin.. Anılarını dinleyeceksin.. Gerçekten keyifli oluyor.. Birde dinlerken ben onların gençken yaşadıkları birikimlerinin yekününde ne gibi bir sonuç çıktığına hayata hangi pencereden baktığını görmek bana ilginç geliyor.. Görebiliyorum yaşadığı endişesini, pişmanlığını.. Onun adına bazen üzülüyorum..

Tatlı bir tebessümle dinliyoruz onları.. İkinci bir sohpet genel hatlarıyla ilkinin benzeri oluyor.. Bu bile kimi zaman hoş geliyor bana.. Birde millete yaka silktiren yaşlılar varki:)) Bunlarda ayrı bir komedi.. olup olmadık herşeye kızabilecek potansiyelde dedler onlar.. Nasıl bir gençlik neticesidir bilmiyorum ama şeffaf bir sevgi ile sevmediğinden belkide. Ama çok geç belkide..

Bazen rastliyorum.. Ruhum genç diyenlere.. saçlar bembeyaz ama gençlerle takılıyor.. Olmamış diyorum kendi kendime.. Uymayan oturmayan bir şeyler var.. Bunun yeri burası değilmiş gibi gözüme batıyor.. Doğrumu bilmiyorum ama.. yinede her şey zamnında güzeldir diye düşünerek bakıyorum onlara..

Duruyorum çevreme bir kez daha bakıyorum.. Canlı olupta yaşlanmayan yok .. Annem babam ve nice sevdiklerim.. yaşlanmaya büyüme diyorlar bazı zamanlarda.. kandırmayalım kendimizi yaşlanıyoruz.. Durduramıyorum zamanı.. Ama inadına ümitle bakasım geliyor.. Karanlık geleceği saçıma düşecek aklarla aydınlatacam.. geriye baktığımda gençlere birer el feneri bırakmış olabilsem keşke diyorum sessizce..

umarım tatli ton ton hatta hala geyik bir yaşlı olurum.. söylenecek son söze en güzel örnek ağaçlar gibi yaşayıp ayakta ölmek.. delikanlı yaşlılara selamlar, yaşlanmış gençlere sitemler olsun..

Cumartesi, Ağustos 27, 2005

Bulut tutkusu, bulutofili..

Siz hangi tür bulutları seversiniz?
Bakınız bulutları sever misiniz diye sormuyorum. Adam akıllı, bol oyuncaklı (çamurdan bile olsa) bir çocukluk geçiren herkes bulutları sever.

Ben her türlüsünü severim efendim. Bendekini bulutofili diye bir hastalık olarak bile adlandırabiliriz. Neden seviyorum? Çünkü çok güzeller. Gayet basit.

Üstelik her an üstümüzde dolaştıklarından kimse farkında değil güzelliklerinin. İşte benim sevdiğim, herkesin göremediği detayları gördüğümü düşünmek birazda. İnsana kendini özel hissettiriyor. Pazar sabahları herkes uyuyor diye erkenden uyanmam da benzeri bir özel an yaşama hastalığı olabilir.

Bulutları dağıtmadan konuma dönüyorum. Geçen bir derginin fotoğrafçısı gelip fabrikanın dışında bahçelerde, kulelerin altında fotoğraflarımı çekti. İlk kez fotoğraf çekilirken bu kadar keyifliydim çünkü arkaplanı güzelleştiren koyu mavi gökyüzü üzerinde benim için özel bir yeri olan kümülüs mümülüs bulutlarıydı. Asker arkadaşımla fotoğraf çektiriyormuş gibi sırıttım hep.

Canınız mı sıkkın? Ara sıra bulutlara bakın. Onları birşeylere benzetin, eğlenin. Hatta özlersiniz diye webshots kurun ve bulut resimlerini sırayla masaüstü yapın.

Bence hayatla ve kendiyle dost olanlar bulutları çok sever.
Çok detay bir bulut yazım da olacak ama üç vakte kadar, iç bayıltmayalım..

Fon: Direc-t Hasret.mp3 - Rus kozmonotları

Cuma, Ağustos 26, 2005

İnternet üzerindeki çapulcu sürüsü

Efendim belki karşılaşmışsınızdır saat 12 civarında çok sevdiğim bildirgeç sitesine sızılmış ve adi grafikler eşliğinde çocukça kokular aldığımız yazılar işlenmiş.

Bu yazım insanların internette soluklandığı, güzel zaman geçirdiği yerlere dadanan ve kendine hacker demesine rağmen "lamer" tabir ettiğimiz insanlarla ilgilidir.

Hacker adı verilen arkadaşlar öyle sanıldığı kadar kötü insanlar değildir. Genellikle bilgisayarınızın işletim sistemi, şirketlerin ağlarını düzenleyen yazılımlar, bunları sağlayan donanımların üzerindeki gömülü yazılımlar gibi siz internette sörf yaparken arka planda çalışan mekanizmalarda boşluklar ararlar, bulurlar. Bunlar için saatler, günler, aylar harcarlar. Yemez, içmez, uyumaz bir bilgisayar karşısında hayatlarını sürdürürler.

Unutmayalım ki bilgisayarınızda iki satır yazı yazmanız bile arka planındaki milyonlarca satırdan oluşan yazılımlar sayesinde gerçekleşiyor. Bir insanın bulunduğu yerde hata olmaması imkansız. Bahsettiğim milyonlarca satır kod içerisindeki hataları bulmak ise hackerlerin işi.

Bu arkadaşlar yazılım konusuna vakıf, aşmış insanlar. Tabi ilgi çekmek için bazılarının büyük icraatları da olmuyor değil. (Mesela NSA uydusunu kontrol etmek, FBI dosyalarına sızmak vs.) Hackerlerin büyük icraatları da büyük haberlere dönüşüyor.

Bu durum ülkemizde çoğu lise çağında ve ergenlik döneminin şaşkınlığıyla yaptıklarının farkında olmayan bir grup asosyal insana çok ideal geliyor. "Bende hacker olucam, banane banane" diyerek alelacele okudukları üç beş yazı ve birkaç girişim sonrasında bizlerin "lamer" kendilerinin ise "en usta hacker, bilmemne team" diye adlandırdıkları garip larvalara dönüşüyorlar.

Tek yaptıkları sistem yöneticilerinin dalgınlıklarından istifade etmek ve exploit adı verilen bilgisayarınızdaki açıkları sömüren gerçek hackerlere ait yazılımları kullanarak ortalığı dağıtmak, kirletmek, pisletmek.

İnternetteki iki gram keyfimizin içine etmek.

Hatta bunların bazıları bilgisayarınıza "backdoor" arka kapı adı verilen programlar atarlar. Kişisel bilgilerinizi çalar, banka hesabınıza girer hırsızlık yaparlar. Kısacası adi teröristlerden farksızdırlar. Cisco IOS bilirler mi? Yok, ne gezer. Peki yarın öbürgün bir hayır yapmalarını sağlayacak herhangi işe yarar bir dilde kendilerini kurtaracak bir bilgiye sahip midirler? En fazla irc scripti Türkçeleştirir bu hilkat garibeleri.

Terbiyesizdirler, başkalarının yaptığını bozmaktan haz alırlar. Psikologlarca seanslara alınmalı ve tedavi edilmelidirler. Başkalarının yaptıklarını bozmaktan, internet hesabınızı ele geçirmek için hatırlatma sorunuzu tahmin etmeye çalışmaktan başka bir aksiyonları, atraksiyonları yoktur.

Taş üstüne taş koymadıkları gibi güç bela konmuş üst üste iki taş gördüklerinde tekmeyi basar, kendileri kadar ucuz grafiklerini ve "kro'nun alası" isimlerini siteye yerleştirir, pisler giderler.

Sifonu çekmek yine akıl sahiplerine düşer efendim.

Salı, Ağustos 23, 2005

Gördüm...

Zengiler oldugu kadar fakirlerde var dunyada.. Gizli zenginler bizleri sasirttigi kadar gizli fakirler bizleri sasirtmıyor.. Çok zengin insanların her yıl yapılan araştırmalarla sıralamaların yapılması bir yanda dururken en fakir sıralamasını yapmaya kimse yanaşmıyor.. Çıkacak tablo mu korkutuyor. Netice de çıkacak fakirlik derecesinden mi utanıyoruz. İnsan zenginliğinden fakirleri unuttuğu ölçüde utanır ve hatırladığı ölçüde sessiz bir sevinç yaşar..

Zenginler sokakta herkese para dagitmazken fakirler sokakta herkesten para istiyor.. Kim fakir kim zengin? Siz zengin misiniz? Peki fakir?

Her insan hem zengin hem fakir olabilir mi? Yada ne fakir nede zengin? Olur tabiki.. Sen kendini nasıl görüyorsun.. Zenginken fakir gibi düşünebiliyorsan en kıymetli zenginsindir.. Zengin gibi dusunen bir fakirsen dunyanin bir numarali insanisindir.. Belkide en zorudur bunu basarmak...

Nice fakirler gordum kapali kapilar ardinda fakirliginden habersiz kalmis komsuları; nice zenginler gordum yaptigi hayrın haddi hesabını tutamamis.. Fakir gibi dusunen zenginler gordum gecekondularda dolaşıp herkesle selamlaşan yılda birkez uğradigi kapıları çalarken içerden falancanın oglu mahmut bende seni bekliyordum diye bekleyen seslere sahit oldum.

Bir çuval un bir kaç kuruş parayla ben zengin oldum sen git filancaya ver hayrını bana verme diyenler gördüm.. Yardım ederken yüzü yerden kalkmayan mutevazi zenginlerle konuştum..

Nicelerin içinde fakirlik bilmeyen doymaz zenginler gördüm. Sofrasında bir çeşit azalsa fakirlik edebiyatı yapan, gösterişe geldiğinde hesabi sorulası masrafların altına imza atanlar gördüm. Zenginlik içinde gönül fakirliğini yaşayan gerçek fakirler gördüm.. Tırnağı bile olamayacağı iç zenginliği ve enginliğiyle yaşayan fakirlerin dünyasından habersiz bahtsızlar gördüm.

Gördüm, sevindim, üzüldüm..

Cuma, Ağustos 19, 2005

Daha az aslında daha çoktur! (Less is more)

Bu ülkede ortalama bir evdeki eşya sayısının dünya istatistiklerinin 2 kat üzerinde olduğunu iddia ediyorum.

Mesela gümüşlük, sanıyorum sadece Türk mobilya sektörünün ürettiği birşey.

Ayrıca salonun orta yerindeki devasa sehpalar.
Siz hiç fiskos masası diye bir masa duydunuz mu?

Durum öylesine çığrından çıkıyor ki bazen komplo teorileri üretmeye başlıyorum.

Belki de aslında herşey bir mobilya üreticisinin eşleri derneğinin yaydığı dedikodularla başlıyor.

- Ay şunun evine gittim geçen gün bomboş. Yerde halı bile yok. Neymiş efendim minimalistmiş.
- Yazık kız öyle deme, parası yok herhalde

Tadaa..

İşte bilinçli seçilmiş kelimeler ve kadın beynini yönlendiren iki anahtar. "Ama sonra ne derler", "Şunu yapalımda şöyle desinler"

Evet, çevremdeki yerli ve yabancı arkadaşlarım üzerinde yaptığım uzun gözlemlerim sonucu Türk erkeğine bu bilgiyi sunmaktan gurur duyuyorum. Türk kadınının derler ve desinler mantığı tüm aklına hükmediyor efendim. Bir jest mi yapmak istiyorsunuz, dikkat edin arkadaşlarına anlatabileceği türden olsun.

İşte bu gerçeği önceden farkeden yabancı güçler ülkemizde mobilya sektörüne yatırıp yapıp ajanlarını Türkiye'nin dört bir yanına göndererek evlerimizi düzenli çöplükler haline getirdiler. İnsanlar eşyalar arasında sıkışıp kalıyor, çarpıyor, kırıyor, döküyor. Sonra gelsin yenileri..

Japonlara bakın da örnek alın yahu! Hayatımız sadece ses değil eşya gürültüsüyle de çepeçevre sarılı. Bu yüzden eşyanın ruhu kayboldu.

Not: Bu yazıyı yazarken bir waffle makinesi birde Siemens 7li yumurta pişiricisi siparişi verdim. Yazım kendime de kınama ve muhalefet vasfı taşımaktadır..

İçimdeki ses..

İnsan kendi kendine konuşur mu?

Bağıra çağıra yapması halinde garip karşılansa da içinden kendi ile "iç muhasebesi" dediğimiz bir değerlendirme yapıyoruz her zaman. İlkokula erken yaşlarda başlamıştım. O zamanlar tombi görünümünde hayali bir arkadaşım vardı. Bu kafamın içinde yaşardı ve beni çok eğlendirirdi. Örneğin uyuyacağım zaman tek tek düğmelere basıp tüm elektriklerimi kapatırdı. Son olarak aklımı kapattığında uykuya dalardım. İçimdeki tüm sistemlerden o sorumluydu. Mesela çok sıkıştığımda ana kapakları tutamadığını söyler, yedek sistemleri devreye sokardı.

Çocuk psikolojisinde arkadaşsızlıktan böyle hayali kahramanlar üretildiği söylenir. Gerçektende arkadaşlarımın sayısı giderek arttığında tombi ile konuşamaz olmuştum ve silinip gitti. Ama içimdeki ses değerlendirmelerine hep devam etti.

İnsanın düşünceleri, sadece kendine duyurduğu içindeki ses, çizgi filmlerde şeytan ve melek olarak gösterilir. Bir anda iki yanında çıkıp sana iyi veya kötüyü sunarlar. O anki hislerin, daha önceki tecrübelerin ve iradenin yardımıyla seçimi sana yaptırırlar.

İnsanın içindeki sese kulak veremez olması hayatının tamamen otomatikleştiğini gösterir. Hangi durumda ne tepki vereceğiniz beyninin kendi içerisinde programladıysa işiniz çok kötü. Çünkü hayatınızda önemli yanlışlar yapıyorsanız bile bunun farkına varamayacaksınız. Sizin için normal budur çünkü.

Sesi canlandırmanın eğlenceli yolları var aslında. Empati yeteneğiniz güçlüyse ciddi ortamlardaki insanları içinizden seslendirmek mesela. Kendiyle dost olmak dedikleri şey aslında birazda kendi düşüncelerinizden, içinizdeki sesin söylediklerinden keyif almak olmalı.

Ne olursa olsun gece uyumadan önce o günü içinizdeki sesten dinleyin.
Hayatı yönlendirmez, kendi akışına bırakırsanız rüzgarın sürüklediği yerden başka bir yere gidemezsiniz.

Perşembe, Ağustos 18, 2005

Akıllıdan akıllılar tüm akılları kullananlar mı?

Grid (computing) nedir biliyor musunuz?

Bilgisayar literatüründe çok sayıda bilgisayarın tekmiş gibi çalıştırılması.
Yani bir nevi voltranı oluşturuyorsunuz.

Bu iş için çok sayıda bilgisayarın boş boş yattığı büyük üniversiteler biçilmiş kaftan. Hatta bir ara gateway adlı meşhur bir bilgisayar üreticisi bayilerinde alıcı bekleyen tüm bilgisayarlardan bir grid oluşturmuştu. Bu sayede binlerce bilgisayar gücünde bir işlem gücünü isteyenlerin hizmetine kiraya vermişti.

İnsanların oluşturduğu grid ise kolektif akıl. Bu durum özellikle son 20 seneyi fena halde şekillendirdi. Herkesin koca bir bulmacanın (puzzle) bir parçası gibi davranması insanlığa hayal bile edilemeyen resimler çizdirdi. Mühendis kökenli bir insan olarak pek sosyal bilgim olmadığından sosyal hareketlerin bundaki etkisini bir kenara koymak istiyorum.

Bu gidiş nereye (quo vadis) sorusu kafamı kurcalayan.
Zira bugün populer science dergisinin önümüzdeki 10-15 yıl içerisinde erişilebilecek teknolojiler listesine gözüm takıldı.

Örneğin önceki gönderimlerimden birinde söylediğim "Bilmediğimiz bir renk varsa?" sorusuna bile çözüm getiriyorlar.

O halde insan aklının gelişimi kolektif akıl sayesinde bireysel aklın normal gelişiminin toplumu ulaştırabileceği noktanın çok üzerine çıkacak. Aslında ne demek istediğimi anlayanlar olmuştur. Bir nevi hazımsızlık mı çekilecek yoksa bu gelişme tam gaz bilinmeze doğru devam mı edecek kestirmesi güç.

Anlayabildiğim birşey varsa o da insanın kendine bir cennet oluşturmak için kör bir hırsla uğraştığı. Sonunda toplumun geleceği nokta ise tatminin farklı bir yerde, insanın kendi içindeki bir dengede olduğu gerçeği olacak belkide. Bu yolculukta tükenenlere (kendimde dahil) çok acıyorum.

Kültürler siliniyor, beni en çok endişelendiren bu.
Daha renksiz bir hayata hazır olmak gerek.

Çarşamba, Ağustos 17, 2005

Hayvanlaşma Aslanım

İnsanların bazen hayvanlaşır.. Şaşırdınız değil mi? Yok yanlış anlamayın.. Hele bir okuyun nasıl oluyor bu.. Gerçi materyalist bilimcilere göre insan düşünen bir hayvandır ama ben bunu kabul etmiyorum.. Ama bilim bunu diyor!! Derse desin ben zamanında bilim yanlış çıkan çok iddiasını biliyorum.. Torba değil ki büzesin.. Ama bir gerçek varki insan hayvandan çok daha farklı ve üstün niteliklere sahip bir canlıdır..

Neyse konuyu saptırmayalım.. Evet insanlar hayvanlaşır ama bunu yakıştıranda diğer insanlardır.. Aslında garip bir handikap.. Dikkatle baktığımızda hayvanların yaşantımıza ciddi yerleştiğini göreceksiniz.. Bu eve kedi alıp beslemek anlamında değil.. Yapılan bir hareket, bir tavır veya karakterler hayvanlarla özdeşleştirilir.. Çoğu zaman bu insanları rahatsız etmezken diğer yandan hakaret olarak algıladıklarıda vardır..

Mesela mı? İri yarı bir adam bizim için öküz veya ayı kelimelerini yakıştırmamızı bunun karşılığında da ayı kelimesininde onu kişiyi rahatsız etmemesi, erken yatan bir kişinin tavuk olmakla itham edilip kişinin bundan rahatsızlık duymaması, çalışkan birinin inek, çaylak birirnin kuş, içten pazarlıklı birinin tilki, çok şaka yapıp güldüren insanlara geyik, yapılı ve efendi birinin aslan kelimesiyle anılması konuşma dilimize yerleşmiş ve bizi rahatsız etmez hale gelmiş durumda..

Şimdi bu kadar çok olması ilginç ama bende burda buz dağının sadece ucunu gösterdim. Ama cımbızla bir tanesini irdeleyelim.. Aslında bir yönüyle bahsi geçen hayvanların bazı özelliklerinin insanlarda öne çıkan özelliklerle benzeşmesi sonucu söylenirken bir tanesi varki anlamak mümkün değil. GEYİK...

Tamam insan komik olabilir veya eğlenceli şeylerden bahsediyor olabilir ama geyik ne alaka? geyiğin hangi yönü benzeyebilir komik bir kişiye.. boynuzlarının absürt durmasımı.. bu anlamda fil daha çok ilginçliğe sahip kulak ve burnuyla.. İnanın ben bulamadım siz biliyorsanız veya fikriniz varsa söyleyin..

Salı, Ağustos 16, 2005

Her derde deva; genellemeler

Malumunuz bir "Bu genelleme de dahil tüm genellemeler yanlıştır" paradoksal ifadesi var.

Bugün bana gelen bir e-bülten içinde iki ayrı yazının birbiriyle çelişen genellemeleri hem bu ifadeyi hatırlattı hem de genellemeleri ciddiye alan biz hayat tecrübesi eksik genç tayfasını uyarma ihtiyacı hissettirdi.

Atasözlerini bir kenara koyarsak özellikle modern zamanlarda türetilmiş ve kimin söylediği belli olmayan ama bir köşe yazısında, duvar yazısında vs. geçtiği zaman "vaay, demek bu böyle oluyormuş" dediren yazılara ben kısaca genelleme demek istiyorum.

TDK alışkanlığım anında beni kurtardı ve güzel bir şekilde sözcüğü ifade etti efendim, der ki; "Zihnin genel düşünceler yapması işlemi veya özelden genele geçiş, tamim."

İşte sorun o özel durumların genele geçişinde kullanılan köprünün çürük oluşu.

İnsan ve sosyal hayat gibi sonsuz sayıda değişkeni, parametresi olan bir ortamda siz kalkıp bir durumda "taşı delen suyun gücü değil, damlaların sürekliliğidir" derken diğer yazınıza "deli, aynı şeyleri tekrarlayıp farklı sonuç bekleyendir" derseniz bende aristonun bana verdiği yetkiye dayanarak "deliler güçlüdür" derim.

Siz siz olun genellemeleri ka'le almayın sayın okurlarım. Bu tür sözcükleri sonlarındaki kendinden emin -dir, dır eklerinden tanıyabilirsiniz.

Her özel duruma uyan anahtar, yani maymuncuk tipi sözlerle sorunlarınıza bakmayın sakın ola.
İyisi mi dışarıdan sizi izleyen bir akıl hocasına sahip olun.

O sizi sizin için gözlemlesin, özel durumlarınıza özel çözümler üretsin.
Örneğin en yakın bir arkadaşınızla bu konuda karşılıklı anlaşma yapabilirsiniz.

Bir Tatilin Anatomisi

Şuana kadar yaptığım birşey değil.. Ama bunu ilk kez de yapmıyorum.. Hoşuma gittiğini söyleyemem ama yapmamak için yeterli bir sebepte yok ortada.. Muhteşem bir tatilden bahsedicem size.. Nefeslerinizi tutamayacaksınız.. Halbuki nefeslerinizi tutacaksınız derler ama benim tatilimin farkı burda insanın solumuna yardımcı oluyor.

Herkesin tatil tatil çığlıkları ile ülkemizin güneyine aktığı ve çalıştığım fabrikadan da bir çok insanın yoğun katıldığı bir dönemdi.. Tam kapasite çalışan bir fabrikanın sessizliği tahammül edilecek birşey değil.. Muhterem çalışma arkadaşlarımın harika tatillerinin ilk haftasında ben fabrikayı onlar için bekledim.. Aman ne bekleyiş, çaylar sabah alınıp akşama kadar muhabbetin dibini bulamadık.. Pilot deneyimi olmuş bir arkadaşımızın ben uçarken diye başlayan ve avcı hikayeleri modunda gelişen ilginç muhabbetler.

Tabi yapılan şey nekadar keyifli olursa olsun tadında bırakmak lazım.. Bende ikinci hafta müthiş bir planla çarşambadan itibaren izni aldım.. Ne muhteşem karar değil mi? Değil tabiki. Neyse çarşamba işe gitmedim.. Öyle zannettiğiniz gibi bir planım yoktu ama herkes tatildeyken benimde tatilde olmam psikolojik olarak rahatlatıyor insanı..

Ve aynı günün akşamına bir halı saha maçı organize edildi Ahmet San eşliğinde.. Böylesi muhteşem bir seramonide bulunmamak olmazdı tabi.. Neyse biraz geyik sonra maç.. Harika oyunumu ayağımı kırma pahasına girdiğim mücadele ile sonlandırdım.. Ayağımı elime verdiler evime yolladılar.. Aslında işin korkunç yönü benim o ayakla maça devam edip bitirmem idi.. Ne şuur ama! Gerçi hiçbir takım arkadaşım farkında değildi aptığım fedakarlığın.. Hatta koşamadığım için fırça bile yemiş içime atmıştım.. O zaman bu zamandır içime kaçık biri oldum.. Bugünlerde sadece kaçık birisiyim.

Eve geldiğimde ayağım bir buçuk porsiyon olmuştu.. Ve nefis tatilimin temelini oluşturan hadiseydi bu.. Yani tatili biraz daha yavaş yürüyerek yorulmadan, hayatın acı veren tadını çıkara çıkara yaşadım.. Ayağımdan kaynaklı cidden dinlendim. Ama bu süreç benim içinde çok sakin değildi.. Bir nişan merasimi, bir iş yemeği gibi organizasyonlara katıldım, istanbul dan gelen nadide şahsiyet tipyedi ile geleneksel buluşmamızı bile gerçekleştirdim... Hatta davetlere katılmakla kalmayıp çalan her müzikte oynadım.. Tabi en doğal haliyle ''zıplayıverdi çekirge'' şarkısında en güzel oynayan bendim.(sekerek oynayan başka biri yoktu)

Beşiktaşımızın galibiyeti tatilin en keyifli hadisesi oldu benim için ve hakemin düdüğü ile tatile noktayı koydum.. Bugün işime döndüm, dinlenmiş ayağı şiş ve sekerek yürüyen enerjik biri olarak.. Biliyorum çok entresan değil kaldıki ilginizide çekmiyor ama yinede genel kültür olsun bilin bunları:)

Pazartesi, Ağustos 15, 2005

Münih: Aşık olduğum şehir (Bölüm 6)

Hatırlarsanız en son Deutsches Museum'dan çıkıp Englischer Garten'a öğle yemeğine gidiyorduk.

Dr. Dosto'nun dalgınlığı üzerindeydi. Trafikte birkaç ters hareket yaptı. Biraz panikledi, kendi kendine özürler diledi, derken İngiliz Bahçesi dedikleri yere ulaştık. Bazı resimlerini burada bulabilirsiniz.

Fransızların bahçe yapısının daha düzenli göründüğünü ingilizlerin ise bakımlı olmasına rağmen doğal haliymiş gibi görünmesine çalıştıklarını söyledi. Bu parkında benzer yapısı ve doğal görünümlü hali yüzünden böyle isimlendirildiğini söyledi.

Newyork merkez parkından daha büyük bir alanı kaplıyor (MCH 3.7 > NYC 3.3 km2) Sourtimesin dediğine göre 1789'da benjamin thompson adında bir amerikalı'nın öncülüğünde kurulmuş.

Bahçeye girdiğimizde arabasını uygun bir yerebıraktı ve parkomattan bir bilet aldı. Akabinde beyaz, ahşap görünümlü bir bina içerisinden geçerek suni gölün kenarında yürümeye başladık.

Bahçede restorana ait gölge bir yerde bir masaya oturduk. Servis yapan kadınlar geleneksel Alman kıyafetleri giyiyordu.

Hemen yanımızda ise masa ve banklarda insanlar göl kenarına dizilmişti. Sanıyorum 30-40 masa falan vardı ve tamamı doluydu. Bu kısmın Beer garten olduğunu ve insanların yanlarında yemek getirerek yediklerini veya oradaki satıcılardan aldıklarını söyledi.

Ben tavuklu garip bir yemek istedim, Dosto et, thomas ise balık istedi. Büyük yeşil şişede iki su ve kola aldık.
Yemek geldi. Küçücük bir tavuk parçası yanında ise Almanların nasıl sevdiklerini hala anlayamadığım yağsız pirinç pilavı (uzun pirinçli ve tuhaf kokulu). İlginçtir Almanyadaki dönercilerde tabak içine bu pilavdan koyuyor. Herhalde Almanlar'da bizim pilava alışamadı.

Park içerisinde 1789'da inşa edilmiş bir Çin tarzı kule (Wi-fi access var) ve 1972'de bir japon mimar Mitsuo Normura'nın yapmış olduğu Japon çay evi bulunuyormuş. Buralara ters düştüğünden ve planımıza eklememiş olduğumuzdan gitmedik (Gezi de olsa planda asla esneme yok:)

Akabinde göl etrafında bir tur attık. Bisikletliler, çimenlerde uzanmış yatan insanlar, sıcak bir yaz günü güzel vakit geçirmek için gelen aileler vardı. Birde kazlar. Bir ara üzerime doğru kararlı bir biçimde yürüdüler. Gölette balıklar da vardı.

İş konusunda derin tartışmalar eşliğinde yollarda yürüyüp günün tadını çıkarmaya çalıştık. Park şehir merkezine bir hayli yakın. Önceki yazılarda anlattığım Marienplatz'dan yürüyerek hemen ulaşılabilir.

Arabayı alıp 3 euro civarında park ücretini parkomat'a attı. Oradan çevre yoluna çıkıp 2006 dünya kupası açılış maçının yapılacağı 280 milyon euroya mâl olan Münih'teki yeni futbol stadı yanından devam ederek Olimpiyat kulesine doğru devam ettik.

Sonrasında ise dört silindirli bir motor şeklinde inşa edilmiş BMW binası yanından sağa doğru giren yolu izleyerek arabasını uygun bir yere parketti. Bu arada heryere ezbere gitmelerini sağlayan navigasyon sisteminde olimpik kulenin bulunmaması onları baya şaşırttı. Bir sonraki yazıda 250 metre yükseklikten Münih gözlemleri, şehre dönüş ve ICE (Intercity Express) hızlı treniyle 300km/s ya çıkan hızlarda yolculuk.

Ölüm kalım meselesi

Çok sıradan bir sabaha uyandım.

Uyku bazen o kadar cazip geliyor ki.

Sabah uyuşukluğunda biraz daha uyuyabileceğimi bilmenin keyfi ve aldığım biletin saatine yetişememe endişesi arasında yarı uykulu 10 dakika.

4 saatlik bir yolculuktan sonra hafta sonu kaçamağı için geldiğim yerden ofisime ve masama ulaştım. Yol esnasında gazetede önce 120 kişinin öldüğü uçak kazasını ardından NTV ve Skytürk'ten tanıdığım, tok, etkileyici bir sesi olan spikerin (Mehmet Tacettinoğlu) trafik kazasında genç yaşta vefatını öğrendim. Yine aşina bir yüz kayboldu dedim.

Ofise döndüm, maillerimi açtım. Çok yakından tanıdığım, sevdiğim, hayat dolu bir arkadaşımın gencecik yaşta kalp krizinden vefat haberini okudum. İnanamadım. 2 yaşında kızını bırakıp gitti bu dünyadan.

Ölümün hayat gerçekliği ile çelişmesi yüzünden beyin tarafından algılanamadığını düşünüyorum bazen. Yani empati kuramayacağımız bir gerçek var orta yerde. Bu yüzden kendi ölümümüzü yani hayat kadar doğal sonu asla düşünmüyoruz. 70lere dayandıktan sonra 80'e ilerlerken derin bir uykuya dalarız diyoruz. Halbuki o kadar belirsizki ne zaman nerede kimi yakalayacağı.

"Ama daha çok erkendi, yapacak şeyler vardı, hayatı anlayamadım bile ben.."

Bahanesi yok. Ama kendi kadar beni çok ürküten normalleştirilmesi, kanıksanması ölüm haberlerinin.

Uçaktaki mesajında "Elveda, donuyoruz demiş"
Az sonra öleceğini bilsem bile ciddiye alır mıydım acaba.

Perşembe, Ağustos 11, 2005

İyice Dağıttın Sen


Genelde dağıtır mısınız? Veya genelde düzenler misiniz? Karakter tanımlarında derler dağınık biriyim.. Bu her anlamda dağınım mı demektir. Yani plan yapmayan, cüzdan taşımayan, cebinden birşeyi tek seferde çıkaramayan, eşyalarını dolaba koymayan.. Bu mudur dağınık? Evet budur..

Bugün dağıttık abi.. sözü ise daha çok kafayı dağıttık anlamında kullanılırken aklınıza takılıp sizi rahatsız eden şeylerin rahatsızlığından kaynaklı bir girişimdir zannediyorum.. Bir başka yönüyle ilgiyi başka tarafa kanalize etmek.. Peki çözüm mü? Hayır.. Faydası var mı? Belki ama neticede yine Hayır..

Peki sonra.. Diyeceğim şuki her dağınıklık bir zaman sonra toplanması gerekir. Yoksa rahatlama adına yapılan dağıtma işlemi farklı bir şekilde karşımıza problem olarak gelir.. O zaman ne yapacaz.. Çok dağıtmıcaz.. Bunu bizim askerde bölük astsubayı yapardı.. Bir parantezle kendisini yad edeyim..

Astsubay amca fiil kullanma özürlüydü.. Her zaman fiili askere söyletirdi ki aktif katılımla iletişim kursun.. Ama askerlerin tamamı üniversite mezunu olunca bu oldukça komik oluyor.. Size örnek bir dialog vereyim..

Astsubay: Nöbetçi asker nöbet esnasında ne yapmayacaaaaak?
Askerler : Uyumayacaaaak:))

Fiili ilk seferde tutturamazsanız durum daha komik bir hal alıyordu..

Neyse; biz dağıttığımız konuyu toparlayalım.. TDK da bu konuda bize düzensiz, karışık olarak tanımını yapıyor dağınıklığın.. Bir başka yönüyle düşüncelerini düzene koyamamak..

Bana görede dağınıklık bir yere kadar gayet keyifli. Ama dağınık olarak gözüken her insan gerçekte dağınık olmayabilir.. Mesela ben onlardanım.. Tamam eşyalarım herbiri bir taraftadır ama herşeyi attığım yer her zaman bellidir.. çoraplar hergün aynı yerde pantalon aynı yerdedir.. Ama kendi içinde bir düzeni vardır.. Birde evde sizi çok seven bir aile ferdi var ve düzenleme konusunda sizi destekliyorsa dağıtın dağıtabildiğiniz kadar.. Ama yoksa durun atmayın.. derim.Yine siz toplayacaksınız.

Kafayı dağıtmakta benzer şekilde.. insanın bir an sorumluluklarında uzaklaşması çok keyifli olabilir ve sizi sıkan şeyleri düşünmemek sizi rahatlatabilir. Ama bu çözülmüş bir problemden daha keyifli olamaz hiçbir zaman.. Onun için insan sorumluluklarından kaçmadan, tüm problemleri sakin bir kafayla danışarak tek tek çözüm bulmalı.. eşyasal dağınıklık her halikarda halledilir ama dağılmış bir kafayı toparlamak çok kolay olmaz ve bize daha çok acı verir..

Problemleri bu anlamda çözmenin en güzel yolu.. Kendinizi problemden soyutlayıp dışarıdan bakmakla daha kolay bir hal alır.. Ölçülü dağınık olalım. Pasaklı botyutu kimsenin hoşuna gitmez.. Sürekli düzenli olmakta hiç hoş gelmiyor kulağa.. Herşeyde olduğu gibi bir denge tutturmalı bundada.. Hep ardınızı önünüzü biz mi toplıcaz aaaa..Dağıtmayın ortalığı lütfen misafir gelecek..

Lütfen Tracking Ayarıyla Oynayınız

Yaşam doğumla ölüm arasındaki süreçtir herkesin bildiği gibi.. Ve yaşamın çeşitliliği insan sayısı kadardır.. Kimisi memnundur hayatından kimisi alabildiğine şikeyetçi.. Memnun olmanın ölçüsü nedir sizce? Bana sorarsanız beklentilerini kanaatkarlığı ile törpüleyip imkanlarını sonuna kadar kullanıp haline şükreden.. Peki memnun olmayan? Oda önü alınmaz hayal ve isteklerine imkanları dahilinde ulaşmanın imkansıza yakın olduğunu görüp her defasında dile gtirenlerdir..

ewet kendi hayatımızı değerlendirişimiz dahil çevremizdeki insnlarında bu konudaki hislerine tanık oluyoruz.. O zaman hayatı yaşanır kılan nedir? Veya hayat daha nasıl yaşanır kılınabilinir.. Bu işin ucu biraz ekonimiye dayanıyor zannediyorum.. Ama bunun yanında düşünce yapısı olaya taban oluşturuyor.

Hayatı zevkli hale getiren şeyler hoşumuza giden şeyleri yapmamızla alakalıdır.. Her zaman istekler, hedefler var hayatımızda hayallerimizde.. İşin özü şuraya gelmek istiyorum ki hedeflere ulaşma kazanç sağlama veya fayda sağlama adına kaybetmeyi göze alarak bazı teşebbüslerde bulunduğumuz ve adına risk dediğimiz hadise...Sizce riskin hayatımızdaki yeri nedir ve ne olmalıdır. Veya yeri olmalımı gerçekten..

Risk; tdk nın dediğine göre zarara uğrama tehlikesidir..

Hedeflere ulaşma adına risk almak şart mıdır o zaman? Bazen hayır ama genelde evet.. Bu daha çok hedefin ne olduğu ile alakalı.. Peki ne kadar risk alıyoruz hayatımızda hedeflerimize ulaşıp hayatı daha yaşanır kılmak için. Bu sizi risk almaya teşvik etmek değil ama bu konuda kararlı olup kendinize güvenmenizle alakalıdır.. Risk almadan nereye kadar gidilirki? Bazıları bundan keyif alabiliyor.. Kaygısız başım ağrısız dişim hesabı..

Bununla beraber riski ne şartlarda ve ne zaman almalıyız.. Bu hedefin belirlediği bir bilgidir.. Ama hayat standartınızı etkileyecek bir risk ise 35 i geçirmeyin derim.. İlla denenmeli mi bence hayır.. Bir ışık görmeyle alkalı, imkanların olgunlaşmasıyla alakalı..

Ama aklımızın hep bir köşesinde olmalı.. Size herşeyinizi kaybedeceğiniz riskler alın demiyorum ama denemek lazım.. Yoksa olduğumuz yerde sayar veya arpa boyu ilerleriz..

Bunun yanında hayatı yaşanır kılan bir duygu varki burada söylemeden geçemiyeceğim.. Heyacan.. Evet heyecanı yaptığımız her işte duymalıyız, onu hissedemiyorsk, renk tüpü bitmiş bir televizyon gibi keyifsiz ve zevksiz olur hayatımız.. rengi kaçar kısaca.. Hadi arkadaşlar renklendirelim.. hiç olmadı tonunu değiştirelim, daha yaşanır bir haya için..

Çarşamba, Ağustos 10, 2005

Tebdil-i mekânda ferah vardır

Yabancı bir ülkede bulunmak insana tuhaf bir özgürlük hissi yaşatıyor.

Ülkemizde çok sayıda "tabu" olmasının bunda önemli bir rolü var. Ama yine de temelinde yatanın kendi hayat rutininden dışarı çıkabilmek olduğunu düşünüyorum. Üstelik bambaşka insanlar görmek, onların düşünme şekillerini farketmek, farklılıklar hayata keyif katıyor.

Aynı kokuların zamanla hissizleştirmesi gibi aynı toplum içerisinde aynı çevrede aynı odada bulunmak insanın detayları farketmesini çok zorlaştırıyor.

Belki de burnumuzun dibindeki güzellikleri göremeyişimizin, halbuki herhangi bir yabancının hemen farkedişinin, tersten bakalım, biz yeni bir yer gördüğümüzde her detayla ilgilenmemizin temelinde bu var.

Alışkanlık, alışmışlık içerisine düşmeden eskilerin tabiriyle ünsiyet peyda etmeden yenilemek, yenilenmek, yeni yerler görmek, bambaşka insanlar tanımak lazım.

Yazı iyi değerlendirmek lazım.
Kumların üzerinde tembel tembel uyuklayarak nereye kadar.

Pazartesi, Ağustos 08, 2005

Nasipse...


Dünyada herşeyin bir eşinin olduğunu söyler büyüklerimiz.. Öyle de olduğuna inanırız.. İnanmak isteyişimizmidir yoksa gerçekten bir her şeyin bir eşi olduğunun doğru olduğumudur bilemem..

Nedir peki eş? Uyumlu olan mı? Birbirini tamamlayan mı? Mesela ak karanın eşimidir.. gece ile gündüz bir çift midir sizce? Garip değil mi.. Peki gerçekten herşeyin bir eşimi var.. Eş diyince zıttımı geliyor akla.. Düşünün yalanın eşi dediğinizde akla ilk gelen doğrudur.. Güzel dediğinizde çirkin der insanlar.. Eş kavramından anlaşılan zıtlık olması nedendir.. Biri diğerini direkt çağrıştırdığı için mi onları bir eş olarak görürüz..

Bunların hepsinden öte insanların hayatlarının dönüm noktası olarak bilinen evlilik hadisesinde ruh eşimi arıyorum cümlesi nasıl anlaşılmalı peki.. Sizce evlenmeyi düşünen bir insan eş anlamında ne aradığını ne kadar biliyor sizce.. Bence çok net değil çoğu kişinin kafasındaki kriter.. O zaman böylesi kritik bir kararda ne anlamalıyız eş kelimesinden..

İlk olarak zıtların uyumundan bahsedelim.. Aslında zıtlığın bir karşıtlık anlamı içermesinden dolayı uyumlu olmasını beklemezken.. En bilinen örnek artının eksiyi çekmesini verirler.. Peki insanlarda bu anlamda aynı tepkiyi mi verir sizce.. Bir düşünelim zıt iki insanın evliliğini. Ne kadar mutlu olabilirler beraber.. Ne kadar çok şey paylaşabilirler.. Biri coşkulu ve yerinde duramazken diğeri alabildiğine sakin bir hayatın hayaliyle evlenmiş.. Kime yazık olur kim sineye çeker bilemem.. Ama bu açıdan bana çok fizible gelmiyor.. Bunun yanında akla hemen bir avantajı geliyor.. Birbirine zıt iki insan evlendiğinde bir birine çok fazla alternatifli bir yaşam sunabilirler.. Ve sevgilerinin büyüklüğü nisbetinde birbirilerini kırmadan çok renkli hayat yaşayabilirlerde..

İşin diğer tarafında ise eş kelimesinin anlamını tamamlayıcı olarak alalılm.. Bu pencereden evlilik olayı biraz daha mantıklı gözükebiliyor.. Yani biraz zıt gibi dursalarda özelliklerin çoğu bir diğerinin eksik yönünü kapatabiliyor.. Böylece bir çift olma özelliğinide yakalayabiliyorlar.. Peki varmıdır negatif yönü.. Olabilir böyle çiftler arasında bir senkronizasyon yakalanamayabilir.

Bir üçüncü alternatif ise siz ne iseniz aynısı olan bir başka biri.. Her yönüyle frekanslar tutuyor.. Ne kadar eğlenceli olabilir.. Eksik özelliklerle ilgili problemlerde tam bir handikap yaşanması içten değil.. ikiside dağınık bir çift.. Kim toplıyacak ortalığı..

Biliyorum insan eksenli böyle bir mesele için çok yüzeysel yazdım ama blogta daha yazarak sıkmak istemem. Herşeyden önce bilinmesi gereken evliliğin bir risk olduğu.. Ama aşık olduğunuz bir insanla paylaşmak duygusunun muhteşemliği olabilecek tüm olumsuzlukları göğüslemenize sebep oluyor.. Yani paylaşmanın güzelliği için bu risk alınır.. Ama eş kavramından ne anladığınız çok önemli. Belkide istediğiniz bulamayabilirsiniz veya yanılabilirsiniz.. Unutmayın herşeyin bir eşi olduğunu söyleyen büyüklerimiz bu eşi bulma konusunda da ''nasip'' olduğunu söylerler..

Vahşi vahşi batı

Pazar tamamını izleyemesemde sonuna yetiştim. Halbuki dergiyi alıp filmle ilgili yazıyıda okumuştum ama hayatın koşuşturmacası insanı dikkatsizleştiriyor. Hangi gün, saat kaçta başlayacağını unutmuşum (Pazar, 21:00, cnbc-e).

Into the west'ten bahsediyorum. Kızılderililerin son zamanları, son kehanet.

Yerlilerin doğayla barışık yaşamına doğudan, avrupadan gelen çapulcu sürüsünün vahşi batı adını vermesi çok ironik. Vahşi'yi yabani anlamında kullanıyorlarsa kendileri vahşinin alâsı. Buldukları herşeyi tüketmek üzerine kurulu matrix'teki ajan smith'in "virüsler gibi" dediği hayvani ihtiyaçlarını karşılamaktan başka amacı olmayanların güzelliğe saldırıları, "gold rush"ları, para sevdaları bugünkü modern toplumun temeli değil mi?

Vahşi olan birbirini ezme adına bencilliği, egoyu yükseltme çabası mı yoksa sadece insan eli değdiğinde çirkinleşen, özünde güzel olan doğanın, hayatın ve bunun her parçasının içinde olma ve barışık yaşama hali mi?

Günümüzde "kariyer" yapma sevdasıyla koşuşturmacalarımız, resmin bütününe bakıldığında sadece gerçek vahşilerin sistemini çalıştırma, dişlilerini döndürme eyleminden ibaret. Elde avuçta ne bir gram mutluluk ne de huzur. Acı verici..

Tüketim toplumu. Adı bile korkutan, tüketme üzerine kurulu. Sadece "ben" sevgisiyle yaşayanların acıdıkları kızılderililerin acıdığı insanlardan olduk.

"havanın taze kokusunasuyun pırıltısınasahip olmayan biri onu nasıl satabilir ?

kutsaldır bu topraklar benim için ve ulusum için...

yağmur sonrası ışıltılı her çam yaprağı denizi kucaklayan kumsallar karanlık ormanların koynundaki sis şakıyan böcekler...

ve bilin ki: kızılderili adamın anıları ağaçların özsuyunda saklıdır. toprak bizim anamızdır." (Alıntı: duwarmish kabilesinden Seattle)

Şu dünyada onurlu, zarif, şerefli ve insancıl yaşamış bir Osmanlıyı, Fatihi, yani bizim dedelerimizi bilirim, bir japonları, samurayları bir de kızılderilileri.

Cumartesi, Ağustos 06, 2005

Bu İşin Kokusu Çıktı


Duyu organlarımız bizim hayatı somut anlamda anlamamıza yardımcı olan en önemli özelliklerimizdir. Şimdilik beş tane olan bu özellikler uzun yıllardır bir artış göstermemiş durumdadır.. Görme, dokunma, duyma, tatma ve koku..

Veee koku dememizdende farkedileceği gibi bu dünya önemlisi şirin duyularımızdan koklama ve koku üzerinde durucaz burnumuzun direği düşseye kadar..

Hayatı bu duyularla algılarken sadece işin koku kısmına baktığımızda gerçekten ciddi bir çeşitlilik burnumuza çarpar (göze çarpar anlamında kullanılmıştır). Ter kokusu, ayak kokusu, çiçek kokusu, şu kokusu veya bu kokusu... saymakla bitmez bunlar.. mis gibi kokulardan olduğu gibi pis kokanlarda var.

İnsandaki herşeyi iyileştirme ve güzelleştirme isteğinin izlerini kötü kokulara karşıda çözümler üretmiştir.. Bu konuda parfüm diye belirtilen bir ürün fransızlar tarafından bulunmuş ve geliştirilmiştir..

Bilirsinizki yeni şeyler ihtiyaca göre çıkar.. yani insanlar belli bir konu ile ilgili bir ürünün yokluğundan kaynaklı rahatsızlığını duyup harekete geçer ve çözüm olacak ürünü bulur.. Ürünün gelişmeside yine problemin merkezi olan yerde olur. Çünkü ilgili problemle en çok oradaki insanlar karşılaşır..

Bu bakış açısından olayı değerlendirdiğimizde elimizde şu verilerin oluştuğu nu göreceksiniz.. ''Kötü kokunun merkezi Fransa dır''.. Bu bilgiyle ilgili tarihsel bir araştırma yaptığınızda fransızların tuvalet adaplarından kaynaklı bir problem olduğunu öğreneceksiniz.. Ama olayların gerçeğe bakan yönüyle akışı bu şekilde iken Fransa nın bugun akıllardaki imajına şöyle bir baktığımızda dünyanın en nazik insanları olarak bilinirler.. Hatta zamanında liselerde fransız nezaket kuralları gibi derslerin okutulduğuda bir gerçektir.. Bakın sizin şu işin aslına...

Böylesi bir problemi çözme adına temel ihtiyaç sınıfında üretilen parfümler beğeni kazanıldıktan sonra çeşitlendirilip bir sektör oluşturulmuştur.. Bu anlamda çok farklı tarzda kokular çıkmıştır. Günümüz expertlerinin bir varsayımıdırki kişinin parfüm kokusu karakteri hakkında bilgi verir.. Hadi canım ordan.. yok daha neler.. sürekli parfüm değiştirenler değşken bir kişiliğe saipken hiç kullanmayanlar karaktersiz mi?

Bir kişinin kullandığı parfüm ancak ve ancak karakTERini belirtir.. Yani terinin yapısını..:P Olayın özü şudurki kötü kokmayalım arkadaşalar.. Bakın bu koku olayı ilginçtir.. İnsan kötü kokunun bulunduğu bir ortama girdikten bir süre sonra koku reseptörlerinin algı zayıflamasıyla kokuyu farkedemez bir hal alır ve ortamda çok daha durabiliriz ki tuvaletlerde herkes bunu yaşıyor.. Böylesi bir kötü koku kaynağının kişinin kendisi olması durumunda bunu kendisi farkedemeyebilir.. Bu anlamda herkesi azami dikkate davet ediyorum.. Gelmiyorum diye mazeret olmaz.. Millete kokusal eziyet çektirmeyelim.. Hoş kokulu günler efenim..

Cuma, Ağustos 05, 2005

Münih: Aşık olduğum şehir (Bölüm 5)

Thomas, "cumartesi günü için iki seçeneğin var" dedi. "İstersen upper baviera'ya gideriz (bu biraz hava durumunda da bağlı) istersen Münih içerisinde güzel bir tur atalım."

Biraz düşündüm, yukarı bavyeradaki akıllara ziyan şatolardan haberim olmadığından Münih'i iyice tanımak daha makul geldi. Üstelik diğerini bir dahaki ziyaretimde gezebilirdim.

Kararımı bildirdim. "Güzel" dedi. "O halde programımız sabah Deutsche museum, ardından güzel bir öğle yemeği için English garden, sonra Olimpiyat kulesi ve son olarakta şehir merkezinde hoş bir kafe."

Akıllara ziyan Neuschwanstein Şatosu-Bavyera

Cumartesi sabahı saat 10'da Dr. Dosto beni otelimden alacaktı. Sabah 9'da uyandım. Güzel bir duş ve nefis peynir çeşitleri ayrıca nutella ve karışık meyva suyu. Hava biraz serindi. Bu iyiydi çünkü benim bulunduğum süre içerisinde Türkiye'yi aratmayacak bir bunaltıcı sıcaklık vardı.

Dr. Dosto yeni audisiyle kapıdaydı. 10 dakika geç kalmıştı. Otobanın sıkışıklığını tahmin edemediğini söyledi. Çok özür diledi. Tabi Almanlar için geç kalmak önemli bir kusur. Arabasında biraz muhabbet ettik. Gençliğinde bütün dünyayı gezdiğini anlattı. Afrikada Zambia'dan bir yıl yaşadığı Brezilyaya. İspanyolları çok seviyor. Arabasının navigasyonu bile ispanyolcaydı. Çok ilginç ve sempatik bir insan.


Thomas il
e Deutsche museum'un yakınlarında buluştuk. Tam bir BMW hastası. Bir ara onunla karayolundan Giengen tarafına gitmiştik. Geçen her BMW ile ilgili fikrimi soruyor. Tabi onda da son model bir bmw olduğunu söylememe gerek yok.

Birlikte müzeye girdik. Dünyanın en büyük bilim müzesi. Motorlardan araçlara, matematiğe aklınıza gelen herşey ve herkesle ilgili bilgiler var. Metro ile gidecekseniz Isartor durağında inip ulaşabilirsiniz. Zaten Isar nehri üzerinde bir adacıkta kurulu.

Giriş tarihi eski binalarımızı hatırlattı bana, giriş 5 euro. Asansörlerin yanında hangi katta hangi bilim dalıyla ilgili eserleri bulabileceğimiz yazıyor. Biz girişte solda gemilerle başladık. En eski model sallardan hollanda yapımı eski gemilere çeşitli eserler vardı. Orada çok kalmayarak yan bölümdeki uçaklarla ilgili muazzam bölüme girdik.

Her bölümde o bilim dalının temel bilgilerini veriyorlar. Bir airbus modelinin yolcu bölümü kesiti vardı. Eskiden uçarken en azından uçağın zeminini yer kabul edip nispeten rahatlardım ama bu kesit yüzünden geriye ondan da birşey kalmadı. Bildiğiniz büyük boy bir borunun içinde yerden 8bin metre yüksektesiniz. Uçan boru.

Neyse, helikopterler küçüklüğümden beri çok ilgimi çeker. Çeşitli tasarımlarım vardı. Bunlara daldım. Derken Dosto su üzerine konabilen uçaklarla ilgili lisansı olduğunu söyledi ve tek pervaneli uçakları anlatmaya başladı.

Lufthansa ile ilgili çeşitli eski reklamlar var. 1930lardaki havayolları reklamlarını görmek ilginçti. Starfighter adlı bir savaş jetinin başına geldiğimizde bunun için uçan tabut dediler. 140 pilotları bu uçaklarla uçarken düşüp hayatını kaybetmiş. Büyük trajedi diyorlar.

Deutsches Museum'daki Ju-52

Efsanevi Junkers'lardan (Ju-52) birinin içine girdim. Bildiğiniz form verilmiş teneke (alüminyumdur herhalde ama pek benzetemedim) içerisine insanların binmesi ve ülkeler arası yolculuklar yapması, üstelik pek düşen uçağın da olmaması modern uçakları bunlarla kıyasladığımda uçuş korkumun azalmasını sağladı.

V2 roketi maketi vardı. İkinci dünya savaşında hitlerin favori silahlarından. Kat boşlukları arasında koymuşlar. İnsan acil durumlar için gerçek bir roket olabilir mi diyor. Ayrıca çeşitli roket deneme alanı resimleri ilgimi çekti. Bizde de bir roketsan var ama ne yapar bu adamlar bilmiyorum. Askeri teknolojimizle ilgili sadece kaideye montajlı stinger füzesi tanıtımını hatırlıyorum. Amerikan stingerini alıp arabaya monte etmişiz. E, bu da bir başlangıç tabi.

Terasına çıktığımızda yakınlardaki Alman patent ofisi ve karşısındaki devasa
Avrupa patent ofisi merkezini gösterdi. Münihte avrupa patent ofisinde 6bin kişinin çalıştığını söyledi. Patentte nesi? Nasıl bu sektörde sadece bir binada 6bin kişi çalışır. Tuhaf geliyor insana. Alman patent ofisi tam karşısında. En tepesinde inventive step cafe diye biryer varmış.

Derken aşağı inip ilkel uçuş denemelerini gösteren bir alana ulaştık. Hazerfenin hikayesini anlattım. İlgiyle dinlediler.

Buradan çıkarak Dosto'nun arabasına geçtik. Akabinde English garden'e gittik. Türkler yüzünden pek çıplak güneşlenen kalmamış diyorlar:)) Şakası bir tarafa çok güzel bir park. Resimleriyle birlikte 90 euroluk komik yemeğimiz, beer gardenlar ve suni gölü bir sonraki yazıda anlatacağım. Sıkmayalım.

Perşembe, Ağustos 04, 2005

Düdüğüne Kurban

Dünyanın en önemli mesleği nedir sizce? Aslında bu tip bir sorunun bir çok cevabı olabilir.. Ama bir meslek varki belkide kimsenin farkedemediği ve ancak bir kaç kişinin farkında olduğu önemini bir türlü idrak edemediğimiz bir meslek..

Merak ettiğinizi biliyorum.. Hakemlerden bahsediyorum.. Yok öyle yüzünüzü ekşitmeyin.. Hakemlerin ne kadar önemli insanlar olduğunu yeterince bilmediğiniz için bu tepkiyi veriyorsunuz. Halbuki bir kaç kez spor programlarını seyretseniz ne kadar önemli olduğunu anlarsınız..

Herşey bir yana gerçektende bu spor programlarını seyrettiğimde hakemlerin milletvekilinden daha üstün yaptırımlara sahip olduğunu düşünüyorsunuz. Hele Erman Toroğlunun ağzından dinlediğinizde ülkeyi hakem yönetiyor zannediyorsunuz.. Adamın bir hakem diyişi var aman aman..

Adamın çaldığı her düdük, o baskı ve stres altında doğru kararı saniyesinde vermesi ve tavrında tutarlı olması azımsanacak özellikler değil.. Hakem ki gerektiğinde tüm stadı karşısına alır, gerektiğinde bir ülkeyi, gerektiğinde ailesi feda edecek kararları verir inandığı doğru adına.. Hiç konuşmadan tüm maçı tek bir düdkle yönetir.. Bir düşünün ne karizma ama öyle değil mi? Yaaa görüyorsunuz dimi.. Bence hakemleri iyi beslemeli onlara kıymet vermeli küfretmeyip çiçek atmalıyız..

Bu mesleğin bukadar ayrıcalıklı olduğunun farkında olan insanlardan biride neden siz olmayasınız.. Onları anlamak ve idrak etmek temennisiyle..

Renkler

Bu sabah "acaba" dedim "karanlıkta yaşıyor olsaydık ışığı keşfedebilir miydik?"

Kapkaranlık olsaydı. Mesela kulaklarımız çok gelişse ve yarasalar gibi sesimizin yankılanmasıyla yönümüzü bulsaydık.

Işığı hayal edebilir miydik? Edemezdik. Çünkü olan biten herşeyi tanımlayan tam tersi. Yani zıt olanı. Karanlık ışık olmadan bizim için bir anlam ifade etmiyor.

Az felsefe yaptık, şimdi biraz teknik bilgi ve üzerine anlatmak istediğime dair sos, yazı hazır..

Renkler aslında ışığın kırılması veya yüzeylerden yansıması ile oluşuyor. Hepsi beyaz ışığın içinde gizleniyor. Ama bunlardan bazılarını karıştırdığında her istediğin rengi elde edebiliyorsun. Mesela şu an yazıyı okuduğun monitör RGB (Red, green, blue) yani kırmızı, yeşil ve mavi renklerin kaynağına sahip. Bunları karıştırıp milyonlarca renk elde ediyor. Sonra monitöre çok yakından baktığında göreceğin noktacıklar bu üç rengin karışımı olan renklerle aydınlatılıp sana bütünmüş gibi algılatıyor.

Üç renkten birini çıkardığında ise çok komik bir görüntü oluyor. Geçenlerde bir otel odasında televizyonu açtım. Mavi renk kaynağı bitmiş. Mavisiz bir hayat. Kırmızı var, yeşil var ve bu ikisinin karışımları var sadece. Sararmış fotoğraflar gibi görüntüler. Farklı bir bakış açısı. Üzerimdeki etkisini görebilmek için oturdum koca bir filmi baştan sona bu şekilde seyrettim.

Normale göre daha sıkıcı, stresli, hüzünlü (birde mavi hüzün rengi derler, tuhaf), eskiye dair, nostaljik bir tadı var.

Sonra dedim ki kendi kendime "ya mavi olmasaydı?"

Üzerine birçok fikir üretilebilir. Şurası belli ki hayat çekilmez olurdu.
Deniz mavi, gökyüzü mavi, masamdaki tel zımbam mavi vs.

Peki ya "ya bizim bilmediğimiz göremediğimiz renkler varsa ve onlar şu anda hayatımızda eksikse?" Başka yepyeni bir renk. Hayal bile edemiyoruz.

Elimizdeki renklerin kıymetini bilmiyoruz, yenileri varsa şimdilik saklı kalsın.

Hanginiz oturup mavi rengin bütün isimlerini öğrendiniz? Hanginiz lavanta mavisiyle maden mavisini ayırt edebilirsiniz? Ben edemem.

Edebilenler, kıymet bilenler diğer renkleri de arar keşfeder birgün.

Çarşamba, Ağustos 03, 2005

Bakarsan Bağ Olur Bakmazsan Cildin Bozulur


''Bakar mısınız'', ''bir bakışın bir ömre bedel''...Evet gençler bugün konumuz anladığınız gibi bakım.. Bildiğiniz üzere bakım önemlidir, faydalıdır..

Bu arada bende bir süredir aranızda değildim.. Bunu farkedenler olmuştur mutlaka diye düşünüyorum.. Ama gayretli vede dirayetli kardeşlerim tipyedi ve tipdörte sizi emanet ettiğim için kendimi suçlu hissetmiyorda değilim. Herşey bir yana bir gerçek varki oda benim şu an burda olduğum..

Eve bakım dedim.. Bilirsiniz tatile girmiş birçok sessiz fabrikalar var çevremizde.. Ne yapıyorlar zannediyorsunuz peki? Tabiki bakım.

-Peki niçin Cündü Bey amca?

Bunu herkes biliyor kendince.. Daha uzun süre hatasız seri üretim yapabilmek ve lindeki imkanları daha uzun süreli ve daha verimli kullanmak için..

-Şart mı?.....

Şart.

Makinaların bakıma ihtiyacı mı var yoksa bizim makinalara bakım yapma ihtiyacımız mı var:) Bu soruya kendimi tutamayarak bende tebessüm fişkırttım. Tabiki makinaların bakıma ihtiyacı var.. yoksa biz piskopatmıyız millet tatildeyken bakım yapalım makinalara.. Ama birilerinin yapması şart.. saolsun bakım departmanları..

Şuana kadar cansız bir yapının bakımından bahsettik..

-Peki canlılar için bakım diye birşey varmı Cündü Bey amca?

Tabiki var. Mesela bahçe bakımları var değilmi? Birde tabiki insanların bakımları var.. Tabiki bakım konusunda bayanlardan bahsetmiyorum.. Sözüm erkeklere.. Bizim türk erkeği bakımı bayanlara ait bir detay olarak görmüş ve kendinden alabildiğince uzakta tutmuş.. Hlbuki bakımın ne kadar gerekli ve faydalı olduğunu en iyi bilenlerde onlar..

Bakım dedğin neki; insanın elini daha özenle sabulaması, kremlemesi, yüzünü temizlemesi ve ayaklarına özen göstermesi değilmi.. en temel hatlarıyla.. Bu konuda erkeklerin biraz çevrelerindeki bayanlardan tavsiyeler almalarını öneriyorum.. Biliyorum rajona ters ama ''bir bilene sormak lazım'' denen laf burdada geçerli.

Tamam bir yönüyle doğal bakım yapacam diye küveti sütle doldurmak , birçok meyvayı kesip orasına burasına koyarak ziyan etmek benim çokta hoş baktığım şeyler değil.. Elbette yararı varır ama milyonların aç olduğu dünyada bunu anlamıyorum. Herşeyin ölçülüsü en güzelidir diyerek kimseyi kırmayalım..

Bakım şart beyler.. Hadi kendimize söz verelim.Kendimize bakacağımıza.. Aynada değil tabiki.. Andımızı içelim ve önümüze kandan irinler deryalar çksa bile bakım yapmaktan bir an bile dur demeyelim.. Çok mu gaza getirdim.. Neyse temiz kalın bakımlı olun.. Ne demişler ''Bakımlı olki genç kalasın, Bu dünyadan zevk alasın''..

İş yerinde internet yasaklanmalı mı?

Capital'in Ağustos sayısında iş yerindeki internet bağlantısının çalışanlar üzerindeki etkisine yönelik bir bölüm vardı.

Buna göre iş yerinde internet bağlantısı olanlar yemek saatleri dışında 2 saatten fazla bir bölümü internette işleriyle hiç alakası olmayan çeşitli sitelerde harcıyorlarmış. Bu ise bilmem kaç milyar dolar verim kaybına yol açıyormuş.

Ayrıca neden böyle yapıyorsunuz diye sorduklarında bazıları "Efendim zaten üç kuruş para alıyoruz bizden fazlasını beklemeyin" diye cevap veriyormuş.

Yazımdaki alaycı -miş -muş eklerinin yine bir eleştri yazısı okuyacağınızın habercisi olduğunu düşünüyorsunuz. Doğru efendim aynen öyle.

Patronlarımızın verimlilik sevdası, iş insan faktörüne gelince tuhaf boyutlara ulaşabiliyor. İnsan sürekli aynı işe odaklanınca sıkılır, zaman ilerledikçe çalışmasını sürdürüyorsa dikkati azalır. Dolayısıyla içgüdüsel veya beyin sinyalleriyle nasıl adlandırırsanız adlandırın, bir refleks olarak işten başını kaldırır ve tekrar odaklanacak enerjisini toplayana kadar başka şeylerle ilgilenir.

Eğer işyerinde internet varsa beynimizi farklı alanlara dağıtıp toparlanmasını sağlayan en kolay çıkış yolu olduğundan web sitelerine, bloglara hücum edilir.

Bu durumda internet bağlantısını kesmek, pire için yorgan yakmaktan farksızdır. Şöyle ki, internet bağlantısını kestiğinizde bunalmış olan beyin farklı aktiviteler arayacaktır. Bunlar firma içi dedikodularına bulaşmak, telefonla arkadaşları aramak, dışarı çıkıp sigara molası vermek, mesai arkadaşlarınla geyik yapmak gibi benzer zamanı harcatmasına rağmen bir katma değer üretmeyen aktivitelerdir.

Zarar hesabı yapıldığında bu tür aktiviteler arasında en zararsız olanın internette sörf olduğu kolayca görülebilir. Üstelik internet bağlantısının artık özgürlüğün bir diğer adı olması, -arka planda kontrol edilmek kaydıyla- her alana açık olmasının ise çalışana güveni göstermesi, işini kolaylaştırması cabası.

Kimse internet var diye işini bırakmıyor, işini bıraktığında kaçacak en kolay ve ilgi çekici yolun internet olması ise bunu günah keçisi haline getirmemeli.

Verimliliğe o kadar düşkünseniz insan değil robot çalıştırınız efendim.

Big Trouble in Little China

"Türkiye Kendi Çin'ini Yaratmalı"
Kürşat Tüzmen.

Kürşat Tüzmen'i çok severim. Dinamik, etrafına güven veren bir insan. Bu yüzden bu sözleri birinden duyduğumda ilk olarak "yok bunu o söylememiştir" dedim pek inanasım gelmedi ama haber bültenlerinde duyduğumda Türkiyenin en görkemli enkırmeni Engin Jurnal gibi "Vah Türkiyem vah!" diye iç geçirdim.

"Ne yanlış var canım söylediğinde, bizim fakir bölgelerimizde insanların eline para geçmesini istemez misin?"

Elbette isterim, ama gönül isterdi ki devlet bakanından "Bizde çin'imizi kuralım" gibi me too tarzı bir söylem duyacağımıza "Vergileri indirin, enerji fiyatlarını düşürüp kurları yükseltin" diyen şark kurnazı zihniyete "Utanmıyor musunuz, o kadar para kazanıyorsunuz ama adam gibi bir geliştirme departmanınız bile yok hiçbirinizin" diye fırça atsın.

Çin seddi, fiyat rekabetiyle aşılamaz. Çin seddi kalite rekabeti ile de pek aşılamaz. Çin seddini merdivenle aşmak yerine kimse duvarı delecek bir makine yapmayı hatta ışınlanmayı düşünmüyor. Beni dehşete düşüren de bu.

Konukoğlu "Tekstilde kâr oranları %1-2lere geriledi" diyor. Herkesin ürettiği ürünlerde gerilemiş olması çok doğal. Ama sizce ileri teknoloji tekstil malzemelerinde de böyle mi? Yoksa onlar %100lere varan marjlarla mı çalışıyorlar.

Yahu açın bir kitaplara göz atın. İçinde yaşadığımız kapitalizm sistemi nasıl çalışıyor bir inceleyin. Sonucun böyle olmasından doğal ne olabilir ki?

Herkesin üretebildiği ürün elbette ki ucuz olacak.
Marifet herkesin üretemediğini üretmekte.

Nanoteknoloji deseniz "vergileri indirin" zihniyetinin yarısı eminim içinden "nano ne? küfür mü ediyo bu adam" diyecek. Az bulunan, bolca know-how isteyen, araştırma isteyen, ilk zahmeti ve sonunda kazancı bol ileri teknoloji malzemeler geliştirip bunları satmadığımız sürece "cari açık üzerimize yıkılır mı, altında kalır mıyız", "bizim niye çinimiz yok" gibi tuhaf korkular ve bir o kadar garip çözüm önerilerini normalleştirmeye devam edeceğiz herhalde.

Bizim neden Çin'imiz olmasınmış. Peh!
Biz bu kadar mıyız, içimizdeki Turka bu mu şimdi.