Üç silahşörden hayata dair leziz, hafif gözlemeler.

Perşembe, Temmuz 28, 2005

Pazarlama ve inovasyon - I

"Because its purpose is to create a client, the business has two - and only two - functions... Marketing and Innovation. Marketing and Innovation produce results, all the rest are costs..." Peter Drucker.

Ülkemizin gelişmekte olan bir ülke olduğunu ve fakirliğin ne olduğunu bir türlü algılayamayan Mine Kırıkkanat'ın yine "Türk halki neden steril laboratuar ortamlarda havyar tüketeceğine çimenlerde bacaklarını kaşıyor" türünde ağzını köpürterek yazdığı yazılardan biri canımı sıkmışken "gel küçük şeylere takılacağına temel sorunu deş, "nasıl gelişebiliriz" konusunda ahkam kes, insanların giyimine yediklerine takılacağına" gibi devrik bir cümleyle kendimi teskin edip bu yazıyı yazma kararını verdim.

Peter Drucker yukarıda verdiğim sözü sarfetmiş ya, "herkes gider mersine, biz gideriz tersine" tabirinin ülkemiz sanayicisine cuk diye oturduğunu göstermiş oldu. Zira bakınız dün İSO 500 açıklandı. Yorumlar nedir? Tekstil sanayi gerilerken otomotiv yükseliyor.

Tekstil sektörü neden geriliyor? Çünkü hala inovasyon ve marketing konusunda çok ama çok zayıflar. 1980'lerin başında Japonya emtialaşmış tekstil üretimini kademeli olarak ülkeden kaldıracağını duyuruyor. Biz ise tam da o dala sarılmış ilerlemeye çalışıyoruz.

Herkesin ürettiği ürünler pastasından dilim almak artık eskisinden daha zor. Çünkü Çin gerçeği ortada. Bu adamlar ayda 30 dolarlara işçi çalıştırıyorken bizim tek yapabildiğimiz 10 işçi yerine 1 işçiyle çalışan yüksek teknoloji makineleri Almanya ve İtalya'dan satın almak. Peki Çin'in düşük hammadde fiyatları ne olacak? Vergiler ne olacak?

İş adamlarımızın dünya ortalaması alındığında ileri derecede kurnaz olduklarından ama çokta zeki olmadıklarından bahsetmiştim. Zeki adamlarımızın yurtdışına kaçmakta olduğundan da bahsetmiştim.

Şayet tekstilci iş adamlarımız parlak bir zekaya sahip olsalar "çok para kazanıyoruz ne uğraşıcaz yeni ürün geliştirmeymiş pazarlamaymış" düşüncesi(zliği)yle akıllı malzemeler, özel kumaşlar, dry fit'ler, clima cool'lar geliştireceklerine dokuma tezgahlarında fason çalışmazlardı.

Yahu 100 milyon dolarlarla ciro yapıyorsunuz. Üç tane mühendisi ayırıp bir laboratuar kurup, iki nanoteknoloji araştırması yapsanız ölür müsünüz?

"Ne masraf edicez öyle boş şeylere! Bugün para kazanıyoruz ya"

Sonra bir çinli iş adamı çıkar, senin metresine 1 dolar dediğin kumaşa 25 sent der. Sende bundan ders çıkaracağına"ben hammaddeyi o fiyata alamıyorum indirin vergileri yoksa işçi çıkarırım bak" diye ağlarsın.

Ah akıllı adamlar ah! Bu ülkeye acıyında bir gün geri dönün mutlaka.
Bu yazı devam edecek efendim. Sorunu gösterip çözüm yolu vermemek olmaz.

Çarşamba, Temmuz 27, 2005

Akıllı adamlar nerlerde? - II

Cevabı peşinen verelim. Akıllı adamlar ya yurtdışında, ya bir yabancı sermaye şirketinde ya da akademik dünyanın sularında çırpınıyor. E, bu ülkede hiç mi akıllı adam yok.

Olmaz mı, ben çoğunluğundan bahsediyorum. Akîl insan olduğunuzu düşünüyorsanız ve bir yerli sermaye firmasında, hele hele kobideyseniz çevrenizdeki duruma bir göz atın lütfen. Yöneticileri, patronları bir düşünün. Nasıl bu konuma geldiklerini ve işlerin bu yüzden ne derece "alaturka" hâl aldığını düşünün. Akıl mı kurnazlık mı? Bence bu ülkedeki başarıların arkasında akıldan çok kurnazlık var.

Belki de akıllı adamları kaçıran bu durum. Kurnaz insanların çevresi politikadan başka bir şey üretemeyen orta kademe yöneticilerle doludur. Akıllı adam ise artık ya haline razı olmuş sesi soluğu kesilmiştir, ya da kurnaz politikalarla savaşmaktan yorulmuştur.

Peki ya gelişmiş ülkeler ve bunların firmalarında (yabancı sermaye) çalışanlar. Çok mu rahatlar?

Evet öyleler. Kariyerine önce kendi şirketini kurarak girmiş ve kurnaz savaşların altında kalıp, dürüstlüğü yüzünden silinmiş, akabinde "sektörünün lider kuruluşu" bir kobi'de her türlü Ali Cengiz oyununu yaşamış nihayetinde dünyanın ünlü markalarından birinin uzattığı eli tutup güvenli limanlara demir atmış biri olarak gençleri uyarmalıyım.

Eğer güçlü ve savaşçı ruhluysanız "alaturka" firmalarda insan ilişkileri konusunda yabancıların "worst case" dediği durumları gündelik hayatınızın bir parçası olarak yaşar, sonra ise büyük bir gemiye bindiğinizde kendinizi savaşa çıkmadan önce ellerinde 30 kiloluk kılıçlarla savaşan yeniçeri gibi "hafiflemiş" hissedersiniz. Ama işin kötüsü kısa zamanda çok yıprandığınızdan kendinizi yeniden motive etmek için "ilk iş" heyecanlarınız yoktur artık.

Yurtdışına gider ve gelişmiş bir ülkede kendinize uygun bir işe girerseniz her ne kadar özlem yaşasanız da alışır, kendinizden sonraki neslinize rahat bir gelecek bırakmış olursunuz.

Benim asıl değinmek istediğim akademisyenlik sularından çıkmak istemeyen, master senin doktora benim gezip duran ve kariyeri için altın yıllarının yanı sıra cesaretini de kaybeden akıllı insanlardı. Ama bunu bir sonraki yazımıza saklayalım.

Doğru anlatmak, doğru yazmak

Bir takım yabancı menşeli hukuki evrakı incelerken eğitim hayatımız boyunca dağarcığımıza ilave edilen kelimelerin tercümede ne kadar kifayetsiz kaldığını farkettim. Anlıyor ama kendi dilinizde anlatamıyorsunuz.

Dağarcığımızdaki kelime sayısının az olması nüansları ifade kabiliyetimizi kısırlaştırıyor. Bu ise kafamızda oluşturduğumuz imge ile iletişim eylemimiz sonrası muhatabımızın kafasında oluşan imge arasında ciddi sapmalara yol açıyor.

Ayrıca gazetelerde köşe yazarları, televizyon programları hep en düşük izleyici seviyesini hedef kabul ettiklerinden iletişim konusunda çok hassas davranması gereken eğitimli profesyonellerin ifade kabiliyetlerinin dahi zaman içerisinde aşınmasına ve zayıflamasına neden oluyorlar. Kısacası dilimize bir balta da, bu konuda en sorumlu davranması gereken medya tarafından vuruluyor.

Bir takım önlemler almaksızın hayata devam ettiğinizde bu sessiz ve derinden aşınma durumu yoğun iş ortamının sizi içerisine sürdüğü sürmenaj hali ile bütünleşip her geçen yıl dağarcığınızdan birkaç kelimenin silinmesiyle sonuçlanıyor.

Frankline atfedilen "Bir çivi nihayetinde bir vatan kurtarır" silsilesini hatırlayalım lütfen. Bir kelime ile yaptığınız iletişim kazası belki eşinizle olan ilişkinizi sonlandıracak zemini tetikleyecek.

Siz de benim gibi kelebek etkisinden bu denli korkan biriyseniz; kelime dağarcığınızı geliştirmek için Millî Eğitim Bakanlığının 100 kitap uygulamasının bir benzerini acilen kendiniz için de çıkarın. Ayrıca kişisel tavsiyem google deskbar'daki arama menüleri arasına TDK'yi ekleyip önemli bir yorum yapmadan önce kullanacağınız altın kelimelerin anlam ve kökenlerine burada bir göz atmanız. (Options, Customized search kısmından Add butonuna basın ve URL kısmına http://www.tdk.gov.tr/TDKSOZLUK/SOZBUL.ASP?kelime={1} ifadesini buradan kopyalayıp yapıştırın)

Kendinizi iyi tanıyorsunuz. Bunu keyifli bir hale getirmenin yolunu bulabilirsiniz. Ben merakıyla motive olan biri olarak sanıyorum bu konuda ufak ama kararlı adımlarımdan vazgeçmeyeceğim.

Bir başka tavsiyem ise yazdığınız yazılar ve e-mailleri biraz sabredip dışarıdan biri gözüyle bir kez daha okumanız. Bu hassasiyetinizin küçük görünen etkisi ileride büyük sonuçlar doğurabilir. Örneğin bu yazıyı ikinciye okuduğumda anlatmak istediğimden farklı yorumlanabilecek şekilde cümlelerim olduğunu farkedip neredeyse yarısını revize ettim.

Dışarıdan biri gözüyle inceleme esnasında ekstra egzersiz yapmakta da fayda görüyorum. Mesela bir kelimenize "kafayı takın" ve onu ikinciye kullanmak yerine alternatiflerini bulmaya çalışın.

Örneğin "çok". "Çok küçük bir çocuk ama çok zeki canım, çok bilmiş derler ya" E, hep çok demesek mesela? "Küçücük bir çocuk ama olağanüstü zeki, çok bilmiş derler ya?" İkinci örnek daha şık olmadı mı sizcede?

Dilimizi güçlü tutmazsak belki hayatta kalmaya devam ederiz ama hayattan aldığımız lezzet, bakış açımız kadar, bizimle iletişim kuran mecraların ifade zenginliğiyle de alâkalı değil mi?

Salı, Temmuz 26, 2005

Bir monolog: Blog blog dedikleri..

Feci bir ikilemle karşı karşıyayım.

Nasıl bir blog sitesi sorusuna eğlenebileceğimiz cevabını vermiştik. Ama yazılarımıza bakıyorum da her gün bizi ziyaret eden ortalama 60 kişi (alakasız not: ütü yaptım blog oldu da günde 300 kişinin geldiği olmuştu, bülent binbaşı rahmetle anıyorum) evet ne diyordum her gün bizi ziyaret eden bunca kişi bir anda beyinlerimizin arka planında didaktik kaygılar yeşermesine mi neden oldu? Bunu bilmiyorum ama hergün yazma zorunluluğu doğurduğu açık. Çünkü yazmazsak "hit"lerimiz düşüveriyor. (Yazma nedeni olarak ne korkunnçç bir zemin)

Hatırlıyormuyum biz neden yazmalıydık? Gün içerisinde veya bir araya geldiğimizde çok güldüğümüz olayları paylaşalım belki eğlenen olur. Sonra içimizi dökelim, hayata dair aklımızdakileri kaleme alalım. Ama zamanla kalemin mürekkebi kuruyor mu nedir?

Belkide en başta şu soruyu sormalıydık. Madem bizler takip edilme kaygısı yaşayacak kadar hırslı insanlarız (tipbir sözüm sana ne bu kaygııı) bir blogdan insanların beklentisi ne ki biz yazdıkça herkes toplansın?

Güzel vakit geçirmek mi? O halde ipe sapa gelmez ama çok geyik (ki öyle bir damarımız asil kanımızı taşımaktadır) bir site oluştursaydık.

Enteresan linkler bulmak ve siteler keşfetmek mi? Bildirgeç var kardeşim. Hem o tür blogların hepsi bir diğerinden almamış mı linkleri. Türk bloglara baksam kimbilir kaçında coolhunt, boingboing alıntılarıyla doludur.

E, o zaman ütü yaptım geyikleri mi? Belki o değil ama kişisel bazı ürünlerle ilgili tecrübelerin paylaşılması güzel olurdu. epinions.com'un Türkçe versiyonu eksikliğinden mi? Belkide.

Yok yok, blogtan beklenen her an herhangi birşey olabilir. Amaç internet denizi için bilgi üretmek. O halde biz kendi tarzımızla takılmaya devam edelim. Ama takip edilme kaygısı taşımadan. Sakin.. Bak google'da münih diyerek sitemize gelen 8 kişi var son bir haftada. Aferin bize. Ama aynı zamanda kocamı aldattım yazarak ulaşan her hafta en az üç kişi oluyor. Birde ateşli hatun hale diyerek gelmiş ki merakıma mucib oldu. Nasıl bu keywordlerle fişlendik.

Belkide boşuna dert ediyorum. Blogdan beklenti bir ihtiyacı karşılamak. Ama hangi ihtiyacı ne zaman karşılayacağımız kaygısı gütmeden yazmalı. Çünkü ne zaman kimin ne işine yarayacağını bilmiyoruz ama yarayıveriyor. En klişe atasözümüz yahu. Sakla samanı gelir zamanı..

Tamam, pes etmek yok. Devam ediyoruz..

Pazartesi, Temmuz 25, 2005

Münih: Aşık olduğum şehir (Bölüm 4)

Münih seyahatimizde en son Maximilian strasse'de kalmıştık. Televizyonların yaptığı gibi izlenme oranlarımızı arttırmak için bir sürpriz ile merak ettirip (!) yarıda bırakmıştık.

Devam edelim efendim. Bir uyarı yapmak istiyorum. Bu yazı Münih'te sadece 2 hafta iş ağırlıklı ama yarı turist havasında gezip tozmaların sonucudur. Ufak hatalar olabilir.

Neyse, bu sokağa U4, U5 gibi metrolarla Max Weber Strasse'de inerek doğrudan ulaşabilirsiniz. İsterseniz bir ara şu siteyide bir inceleyin.

Maximilian strasse'nin girişinde Maximilian II'nin bir heykeli ve tam karşısında çok büyük, uzun ve girişinde sütunlar olan bir bina var. Yoksa bu Residenz'in girişi miydi ve ben ludwigstrasse fotoğrafında size girişi diye residenz'in arka kapısını mı gösteriyordum. Az önce google ile aradığımda anladım ki hiç alakası yokmuş ve orası opera (national theater) binasıymış.




Neyse efendim, Max heykelinin altına girip kitabesini okuyordum ki hissettiğim garip durumu (yanımdan kimseler geçmiyor) çözmeye çalıştım. Elinde pipo olan bir bey ahşap bir sallanan sandalyede oturuyor. Yanında ise 1920 model ama ışıl ışıl parlayan bir araba. Ama adamın 50 metre çapında benden başka kimse yok. İşte bu durum beni şüphelendirdi. Her turistte bulunan "yoksa bulunmamam gereken bir yerde miyim" psikolojisi sardı.

Tam karşısında ise bahsettiğim binanın merdivenlerinde sanki oscar töreni kırmızı halı ritüeli. Şaşalı elbiseler dikkatimi çekiyor. Kafamı bir çeviriyorum ki meğer ben bir törenin, büyük ihtimalle operanın yeni bir premierine orta yerinden girmişim.

Üstelik gayet spor, adidas ayakkabılar, altımda wrangler pantolon üstümde mavi bir tişört halbuki etrafımda takım elbiseninde ötesinde frak giymiş beyler ve oscardan fırlamış bayanlar arasındayım. Utandırıcı bir durum değil çünkü turistim. Komik bile buldum..

Bu alanda aklımda kalanlar üstünde abiye, siyah Mini cooper'ı ile arkadaşını yol kenarında bekleyen bir genç kız ve binanın üst katından el sallayan, almanların geleneksel giysilerine bürünmüş insanlar oldu.

Burası nasıl bir cadde böyle bakalım diyerek o önceki yazımda bahsettiğim hayal meyal görünen yere doğru ilerlemeye (maximillan strassenin başından sonuna) başladım.
Geniş bir cadde, sanıyorum 6 şeritliydi. Yol üzerinde zaman zaman tramvaylar geçiyor. Armani, Four Seasons hotel gibi lüks ve ünlü markaların tamamını bu cadde üzerinde bulabilirsiniz. Kafelerde pek turist göremedim. Ama giyim kuşamlarından Bavyeranın sosyete tabakasını bu caddede bulabileceğinizi rahatlıkla söyleyebilirim. Bir başka dikkat çeken yönü ise metrekareye düşen cayenne sayısının sadece münih değil dünyanın diğer bölgelerinden de yüksek olduğu. Ayrıca daha önce hiç karşılaşmadığım özel yapım spor arabalarda kenarlara parketmişti. Münihte mini ve smart bolluğu var. Şehrin BMW'nin kalesi olduğu unutulmamalı (Genel merkezlerini olimpia turm yazımda göstereceğim, mükemmel)

Saat 7-8 gibiydi ve cadde çok sakindi. İlerledikçe sağımda büyük bir kütüphane ve solumda bir tiyatro binasını geçtim. Derken Isar nehrinin kollarının üzerinden geçen bir köprüden geçerek hayal meyal gördüğüm binaya ulaştım. Adı Maximilanium. Fotoğrafı ise aşağıda. Burası federal devlet binası ve senatosuymuş.



Burada çok fazla kalmadım. Binada restorasyon çalışması vardı. Kenarından ise ormanlık bir alana giriliyor. Burada bisikletle gezenler, koşanlar, yürüyenler. Spor yapan birçok insan vardı. Ama manzara görülmeye değer. Dönüş istikametinde solumda büyük kilise kuleleri parıldıyordu ama başka bir zaman giderim diyerek sağımda Isar nehrinin akışını seyredip geri döndüm.

Bir sonraki yazımda Deutsche museum'da uçuş korkumu nasıl azalttığımı (sandığımı), sonrasında ise english garden ve olimpia turm (olimpiyat kulesi) gezilerimi anlatacağım.

Akıllı adamlar nerelerde?

Malum, üniversite sınav sonuçları açıklandı.

Devlet okulundan mezun biri olarak osmanlı yıllarından kalma gelenekçi bir "erkek" lisesinden mezun olmanın gururu ama "fen" lisesi seçkinciliğini yaşamamış olmanın (yahu lisedeyken ne çok beğenirlerdi kendilerini, yoksa hala?) memnuniyeti ile lise zamanlarımı hatırlattığından olsa gerek yıllardır televizyonda ÖSS (bizim zamanımızda ÖYS idi iki sınav vardı) sonuçları açıklandığında birincileri izlemekten keyif alırım.

Genelde tablo aynıdır. Üzerlerine FEM, Final vs. dersane tişörtleri geçirilmiş arkadaşlar yıllar boyu çalışmanın getirdiği asosyallik üzerine aniden televizyon haberi olacak kadar popülerleşmenin yani gündemimize girmenin şaşkınlığını yaşarlar. Kanaldan kanala atlar ama her defasında her yıl aynı şeyleri söylerler. Çok çalıştım, karşılığını aldım.

Bu hikaye iki yola ayrılacak, biri bu arkadaşların geleceği diğeri ise bu yılın güncel bir hadisesi ile ilgili.

Efendim, ilkin bu yılki birinciler arasından birinin dikkatinizden kaçmadığı düşüncesiyle kendisini buraya konu(k) etmek isterim. Evet, eli telefonlu olan.

Tamam çocuktur dedim, geriye dönüp haber hatıralarına, gazete küpürlerine baktığında çok utanacak dedim ama o nasıl bir ego'dur. Arkadaş gözleri havada elinde bir telefon ve herkes etrafında sorular sorup konuşuyorken, ailesi yanında oturuyorken kimseyi tanımaz edada.

"Alo, ben dünyanın en zeki insanı kimsin? Ha bill senmisin. Tabi microsoftta çalışırım okul bitince dur sakin ol"

Brrrr. Ekran ve resimlerdeki tavırlar "The Ego Itself" adında sanatsal bir çalışmaya malzeme edilebilir. Sakin ol çocuğum. Yavaş yavaş..

Diğerlerine şöyle bir göz attım, sadece zeki değil akıllı çocuklardı. Hele biri son derece alçak gönüllü ve herkesin duygusal anlamda uç noktalarda dolaştığının ve bunun normal olmadığının farkında. Aferin dostum, önemli olan her nerede olursan ol insan olmak değil mi? Seninle gurur duyuyorum.

Uzatmayalım. Bu arkadaşlar ve benzerlerinin geleceğine geçelim.
Yarınki yazıda..

Perşembe, Temmuz 21, 2005

Expelliarmus!!

Harry Potter'i neden bu kadar çok seviyorum;
  • Çocuk, öksüz ve yetim (Acıma)
  • Üvey ailesi hep aşağılamış (İntikam)
  • İşlerini sihirle görüyor (Tam tembel işi)
  • Arkadaşları var (Takım oyuncusu)
  • Garip objeler, yiyecekler, binalar, insanlar içinde (Gerçekten kaçış)
  • Hep iyiler kazanıyor, kötüler cezasını buluyor (Adalet)
  • O bir kahraman! Cesur, girişken ve sonuç alan.

Müziğini de çok sevdiğimi itiraf etmeliyim. (5 oscar'lı John Williams'ı unutmamak gerek)

Fantastik dünyanın dayanılmaz cazibesi


?Pleasure to meet you?, Harry said smiling and holding out his hand for Krista to shake. ?Harry Potter, an honour to meet you" (Fan fiction)

"YENİ ''HARRY POTTER'' ABD'DE İLK 24 SAATTE 6,9 MİLYON ADET SATTI." (Haber siteleri)

"Filmi anneyle beraber izlemek tehlikeliymiş. kendini filme fazla kaptıran anne eline bi sopa geçirip bütün ev işlerini "homulus bubulus" diyerek yapmaya çalışarak maymun oluyor" (Sourtimes, Harry potter, 187. entry)

Tipbirin yüzünü ekşiteceğini biliyorum. Fantastik edebiyat ve bunun uzantısı olan sinemadan hiç hazzetmez. Ama dünyada en çok ses getiren, para kazandıran, ödüller alan kitaplar, filmler kısacası bizi en çok etkileyen ve sürükleyen sanat fantastik bir dünyayı anlatıyor.

Bakalım TDK ne diyor. "fantastik -ği sıfat Fransızca fantastique, Gerçekte var olmayan, gerçek olmayan, hayalî."

Gerçek bizi o kadar bunaltıyor ki hayal gücümüze kaçıyoruz. Hayallere dalmak büyük bir zevken başka insanların hayallerini okumak, izlemek daha da büyük bir keyif. Diğerlerini izlemenin keyifli olması hali hayal güçlerinin derinliği ile ilgili olmalı.

"Sadece hayal ederek ingiltere kraliçesinden daha zengin olabilirsin"

Biz gaz kitap (kişisel gelişim) serisinde bu cümleye rastlasam bir tarafımla gülecekken JK Rowlings'in serveti ciddi düşündürüyor.

Kardeşim, ilk LOTR serisini almış ve okumaya dalmışken uzmanlık alanım dışında okumayı zaman kaybı gören ben anlattıklarıyla dalga geçip benzer birşeyi bende yazarım demiştim. Düşündüm, düşündüm.. İşin içinden çıkamadım. Neyle alakalı bu dedim.

Münihte metrodayken Isartor dediğinde Tolkiens isimleri buradan mı esinlenmiş dedim kendi kendime. Çok gezmek çok farklılık görmekle hayal gücünün derinleşmesi belkide paraleldir dedim.

Ama Rowlings evinin kadınıyken ve geçinmeye dahi zor para bulurken Harry potter'i, hogwards'ı sadece annesinden duyduğu hikayelerin beyninde yoğrulması ile mi uydurdu?

Önce bir harita çizmeli belkide. Şehirleri, ovaları, dağları isimlendirmeli. Sonra şehri, mahallelerini, önemli yerlerini. Zaman dilimini belirlemeli. LOTR ortaçağda geçiyorken buharlı trenleri ve komik arabalarıyla Harry sanki 1950lerde yaşanıyor.

Sonra karakterler ve özellikleri belirlenmeli. En sonunda da hikayeyi çizmeli. Hayal gücü kadar sistemli çalışmak ta fayda verebilir..

Her ne olursa olsun insanın ara sıra hayal gücünü yoklaması gerektiğini düşünüyorum. Belki de geleceğin en çok okunan kitapları bu satıları okuyan birinin klavyesinden dökülecek. Birşeyler denemekte fayda var, yazmalı.. Tipler olarak biz de bir fantastik hikayeye başlayacaktık bu blogtan. İlk adımı atacak arkadaşıma hatırlatma kabilinden duyrulur.

Bir Özlemdir Kahvaltı



Nedir kahvaltı? En son ne zaman yaptınız? Böyle bir alışkanlığınız var mı? Evet bir özlemdir kahvaltı.. açık bir çay, kızarmış ekmekler, peynir, zeytin, domates.... Hayalleri süsleyen bir olay, bir andır kahvaltı..

Sevgilerin birleştiği, büyüdüğü, keyiflerin doruklara çıkıp muhabbetin sebebidir kahvaltı.. İştahları açan, vazgeçilmesi zor, bitmesini istemediğiniz anlardır kahvaltı..

Bu özel an için bir de özel bir gün vardırki.. o kahvaltı kavramını bambaşka bir boyuta taşır.. Evet pazar kahvaltılarından bahsediyorum.. Sizleri bilmiyorum ama ben kahvaltıya hasret ve hep pazarları bekleyen gurbette kalmış aşıklar gibi pazara kadar hasret türküleri söyleyen aç bir maşukum:)

Bir kere bir kahvaltıyı güzel yapan iyi bir çay, taze bir ekmek, iyi bir peynirdir.. Ve tabiki çeşidin çok olması.. O pazar sabahlarının sofranın zenginliği ilk olarak insanı bir anda bu dünyadan koparıp bambaşka alemlere götürür..

Neden bu kadar önemlidir dersiniz.. Ben söyliyim.. Çalışma temposunun arttığı yaşamda insanın kendine böylesi bir vakti ayırma olsılığı iyice düşüyor.. Ama pazar gününün sabahı tüm aile fertleriyle bir arada güzel bir sofrada toplanmak bir anda kahvaltı olayını özel ve vazgeçilmez yapıyor.. Belki hergün düzenli kahvaltı edebilseydik bu kadar özel olmayacaktı.. Ama herşeye rağman keyifli ve sevgili dolu pazar kahvaltıları özlenecek bir kavram bence..

Hatta bu konu ile ilgili insanlar programlar bile yapar.. Pazar kahvaltısını şurada yapalım, doğayla içiçe olalım gibi planlarla bir özveri gösterirler..

Kahvaltı kahvaltı kahvaltı... gelin bu pazar.. saat 10 gibi kalkalım.. süper bir sofra hazırlayalım.. Mümkünse balkona açık havada.. ve hepberaber.. sevdiğimiz insanlarla bu doyumsuz anı paylaşalım ve bu keyfin son zerresine kadar tadını çıkaralım.. offf pazara kaç gün var ya:)

Salı, Temmuz 19, 2005

Tüyden Kıla Bir Gerçek


İstenmeyen tüylerden kurtumanın 5 temel esasını 10 altın kuralla 3 kilit ders olarak bir nefeste size aktarıcam:)

İstenmeyen tüylerin tanımı; beklenmedik veya istenmeyen bir yerde çıkan tüylerdir.. Birde beklenenden çok olması durumunda bu duygular hasıl olur.. Mesela bunlar için çözüm sunarlar değil mi? Nedir bunlar.. mesela bilinçsiz vatandaş vurur jileti. Haliyle tüyler kıla dönüşür.. Dertlerde kılla beraber büyür.. artık şikayetimiz istenmeyen kıllar halini allır..

Uzman amcalar bu konuda çeşitli kremler v.b. kimyasallar ile çözümler bulmuşardır..

İşte bunun gibi istenmeyen insanlar vardır hayatımızda, Neden istemediğimiz bellidir kendimizce. yıldızlar barışmaz bir türlü.. Nasıl bir şeydirki yıldız barışması..

Hani derler ya herkesin yıldızı vardır diye.. İnsan ölünce kayarmış.. Vey deriz ya her yıldız kaydığında bir kişi daha adres değiştirdi diye.. İyi hoşta nasıl barışır yıldızlar birbiriyle..

İstemediğimiz insanlara duyduğumuz bu duygunun temelinde istenmeyen yerlerde veya beklenmedik yerlerde bu tarz insanların görünmesi ve davranışlarına maruz kalınmasıyla şekillenir duygularımız.. Ve jileti alıp vurma gibi zannımızca kökten çözüm olan keskin bir ifade ile duygularımızı elemanın yüzüne haykırırız..

Sonrası mı? Tabiki istenmeyen tüyler kıl olmuştur artık:) Gıcık diye nitelendirdiğimiz şahıs artık tam bir kıldır sizin gözünüzde.. Onu bu hale getiren sizin ona duydugunuz duyguları belli etmenizden başka birşey değildir.. Jileti vurduktan sonra her zaman bir sıfır malupsunuz..

Çözüm nedir sizce? Durun ben söyliyim.. İlk olarak tüylere hiçbir zaman önem vermeyin.. siz onları farkettiğiniz andan itibaren onlar kendi farkına varırlar.. yanlış hareket ederseniz kıllaşırlar. Tek yapılacak şey. onları farkettiğiniz çaktırmadan hayata devam etmektir..

Bu konuda düzenli kullanımlarda Philips in başarılı makinaları var.. Birde kıl tiplere kıl olmak gibi bir durum varki bu bambaşka bir ruh halidir.. Bunu başka bahara bıralım isterseniz..

Kılsız, tüysüz günler diliyorum..

Pazar, Temmuz 17, 2005

Kalıcı İzler


Çocuk olmayan yok gibidir.. Yok gibidir ne demek tabiki yoktur.. Ama çocukluğunu yaşayamamış insanlar olurken çocukluğundan kurtulamamış çocuk ruhlu kişilerde vardır hayatta..

İçinizdeki çocuğu öldürmeyin derlerken içinizdeki trafik canavarınıda uyandırmayın derler.. Yani hem çocuk ölmeyecek hemde canavar uyuyacak.. Bunun ne kadar kolay veya zor olduğunu hepimiz hissetmişizdir..

Çocukluk dönemi büyüdüğümüzde bazı korkularımızın arzularımızın alışkanlıklarımızın temelini oluşturuyor.. Bilinç altına o zamanlardan yerleşmiş bir korku büyüdüğümüzdede devam eder.. Bu meseleler uzmanların çocukluğa inmekle tesbit edip tedavi ettiği durumlardır..

İnsan hayatında bu kadar önemli olan bir dönemde kendi irademizle değil anne-babamızın yönlendirilmeleriyle şekilleriniriz. Ve son 10 yılın çocuk psikolojisinde en etkili dış etken....... (lütfen hep beraber söyleyelim). TELEVİZYON..

Reklamlarla çocuğun ilgisini çeken çizgi filmle kendine bağlayan, klip ve şarkılarla balıyıcılığını sağlayıp eğlence dünyasıylada hedeflerini etkileyen bir dış etken.. Tabiki herşeyde olduğu gibi zararlı ve faydalı yönleri var TV nin. Peki biz yetişkinler ne kadar TV izliyoruz sizce.. Ortalama kaç saat harcıyoruz. Harcadığımız saatlerin ne kadarını gelişim için ne kadarını eğlence için kullanıyoruz.. Aslında bunu çokta kontrol altına alan yok.. Ama hiç yok değil..

Hep duyduğumuz klasik istatikler vardır. gunde 4 saat TV seyreden bir adam 60 yıllık hayatının 10 senesini kesintisiz TV başında geçiriyor denir.. Peki biz bu kadar kontrolsüz iken çocuklarımız konusunda ne kadar bilinçli ve kontrollu davranıyoruz.. Tabiki hiç. Ama istisnalar var tabiki..

Çocuk programlarına dikkat ediyoruz. (pokemon himan vb.) Dünyayı ele geçirmeye karşı kötü güçleri yok eden kahramanların işlendiği çizgi flimler.. Ve geçen sene gazetelerdeki bir haber ben pokemonum diyip balkondan kendini atan bir çocuk.. Korkunç bir olay tek kelime ile..

Peki nasıl olmalı? Bu işin bencesi; çocuklar çok az TV seyredecek o kadar.. Tamamen yasaklama eyilimi arttırırken bütünüyle serbest bırakma çocuğu tanınmaz bir hale sokabilir.. 1 veya 2 saat yeter.. Bununda özel hazırlanan eğitim cd leri çoğunluğunu oluşturmalıdır.. paylaşmak, sevmek, saygı, merhamet etmek gibi şeylerin işlendiği çizgi filmler.. sonrası birebir ilgilenme oyun vs.

Ama bu konuda tembeliz. Çocuk oyalansın diye açıyoruz TV yi biz işimiz yaparken o da boş belleği ıvır zıvırla dolduruyor ve kriterler oluşturuyor kendince..

Ben derim ki, TV çocuğu diyip ''amanın herşeyi biliyor herşeyden anlıyor felaket zamane çocukları'' gibi saçma bir gurur içine giren anne babalara seleniyorum:P çocuğun bilmesi gerektiğinden fazla veya gereksiz şeyler sizde gurur değil endişe oluşturmalı.. Bunlar çocuğunuzda kalıcı ve yanlış kriterler oluşturacaktır. Haberiniz ola.. Bakın İsmet e yazık değil mi. Kudurmuş adam Allah bilir çocukluğu nasıl geçti. Öğrenmek için çocukluğuna inmek lazım.. Ben inip geleyim. Görüşürüz.

Perşembe, Temmuz 14, 2005

Cin Aliler, Zihni Sinirler

Milletimizin güçlü yönleri nelerdir?

Cin fikirlilik; Kestirme (shortcut) yollar geliştirmek, esnemek/esnetmek,
Bir işe Türk gibi başlayabilmek; duygusallık (kolay gaza gelmek),
Akdenizlilik; tembellik (yaratıcılık)

İlk aklıma gelenler bunlar. Dünya ekonomisi ciddi bir yavaşlama içerisindeyken ihracat rakamlarımızın nasıl sürekli yükseliyor olduğu sorusuna cevap belki de yukarıda.

İyi de ihracat rakamlarından bana ne demeyin lütfen. Dünya'da zengin olmanın yolu ihracattan geçiyor. Siz de Türkiyeli (Türk, Kürt, Laz vs.) olduğunuza ve zengin olmak istediğinize göre yukarıdaki özelliklerinizden yola çıkarak size bir yol haritası çizelim.

Önce size parlak bir fikir lazım. Bunun için çevrenize bakın yeter. İki örnek vereceğim;
Antalyada bir arkadaş ota çimene bakarken yahu memlekette ne çok ot çeşidi var bunu isteyen birileri mutlaka vardır diyor. Otları inceliyor, sınıflandırıyor, nelerin çok çıktığını görüyor, soruyor. Derken internet sayesinde yurtdışındaki talepleri inceliyor. Kendi satış taleplerini bırakıyor.

İnanamıyor, ota çimene yurtdışından talep var. Hemen yöredeki teyzelere, bacılara toplatıyor. KOBİ kredisi alıp küçük bir iş yeri kuruyor. Paketleyip satıyor. Bugün milyon dolar cirolu.

Bir arkadaşta İngilterede okurken Brezilyalıların üzerindeki nazar boncuklarına yoğun ilgi gösterdiğine şahit oluyor. Türkiye'den getirtip ufak ufak arkadaşlarına satmaya başlıyor. Mezun olunca Brezilyaya gidip orada bir küçük yer açıyor. Artık Türkiye'den aldığı nazar boncuğu miktarı her partide 200 bin dolarlık.

Çevrenizde size çok doğal gelen farketmediğiniz ama diğer insanlara satabileceğimiz o kadar çok şey var ki. Biraz cin fikirliliğinizi kullanın, Türk gibi başlayın, yaratıcı olun. İnanın kendi işinize sahip olduğunuzda alacağınız keyif ve kazanacağınız para şu an bulunduğunuz konumdan on kat fazla olacak.

Bu ülkenin her yıl mezun olan binlerce beyaz yakalıya değil, girişimciye ihtiyacı var.
Hem kaybedecek neyiniz var?

Çarşamba, Temmuz 13, 2005

Ben Bir Hıyarım

Hatt-ı mübas nokta-i temasta nusvu kutra amuddur.. İşte böyle arkadaşlar bugün manidar bi o kadarda havadar bir sözle başlayayım dedim.. İyi yapmışım dimi? Peki nedemek bu diye merak edenler olabilir aramızda.. Belki sayıları çok az bile olsa açıklamayı vatani ve nebati görev biliyorum.. Derki; teğet çizgisine temas ettiği noktada yarı çap diktir.. Bu geometriden nefret edicek arkadaşların hatırlaması mumkun olmayan çemberlerle ilgili bir kural. Peki ne alaka bugün konumuz geometri mi? Hayır? Antropoloji mi? Hayır? O zaman ne? tabiki sebzeler..

Ne alaka dediğinizi duyar gibiyim. Gibiyim demicem ilk tepki yakınımdaki bir canlıdan geldi:) Sebep şuki; bu sebze konusu aslında derin bi o kadarda vahim bir konu.. Onun için konunun ortasına girmeyip kenarından dolaşacaz.. Yani teğet olayı.. Ozaman ne olcak, yarıçap konumuza dikleşecek:P Bunun ne gibi zararı olur bilemiyorum..

Şimdi herkesin bildiği gibi her sebzelerin birer karakteri vardır.. Biliyorsunuz dimi? Neyse irdeleyeceğimiz konu veya soru şu: ''kendinizi bir sebzeye benzetecek olsanız ne olurdunuz? '' Bu soru öyle yabana atılacak bir soru değil.. Söyliyeceğiniz sebze sizin hakkınızda bir çok ip ucunu verecektir.. Gülenler var gibi.. Gülmeyin lütfen.. Bu konu karekter tesbitinde ciddi bir aşamadır.. Buna kayıtsız kalamayız.. Onun için kayıt olduk:)

Birçok sebze var renkleriyle tatlarıyla, çiğ yenilen pişirilmesi gereken vs. mesela siz bir patlıcan olmayı kendinize uygun gördüyseniz diyebilirizki siz biraz paraya önem veren, arkadaşlığa değer verip zaman zaman kırıcı tepkiler verebilen ve dolması güzel olan birisiniz.. Diğer yandan bir lahana olmak size mantıklı geliyorsa iç dünyası geniş.. kendine yetebilen, değişken bir yüzü olan, sakin bir insansız diyebiliirz mi? Hayır biz diyemeyiz derse derse uzmanlar der..

Gördüğünüz gibi kişiye ve topluma hiçbir faydası olmayan saçama sapansı bir yaklaşım söz konusu.. Yaw kim bunları ciddiye alıp cevap veriyor kardeşim.. Çıksınlar adam gibi söylesinler.. Bu arada iki yüzlü kişilerin seçtikleri sebzelerde ihtimal hormonlu sera sebzesidir diye realist bir yorum apıyorum.. Bununla beraber kendini dometes olarak tanımlayan birinide blogumda ünlü yaptım.. Ama görüyorsunuz kendini tamamıyle ele vermiş.. :) Uzmanların avcunun içinde:) Birde unutmadan kim engin-ar ise çıksın ortaya...

Yurtdışında İş İmkanları

Beyin göçünü tetikleyen insan olarak suçlanmaktan korkuyorum ama yazacağım.

Birçok kalifiye insanın mevcut işlerinde harcandıklarını düşünüyorum. Akıllı bir insansınız, yabancı dil biliyorsunuz, yeniliğe açıksınız, enerjiksiniz. Yani gelişmiş ülkelerde (unutmayın biz "gelişmekte olan" ülke sayılıyoruz, kimse alınmasın) çalışanlardan hiçbir eksiğiniz yok. Hatta fazlanız var. Ama işyerinizdeyken içinizde bir sıkıntı var. Size olması gereken değeri politik nedenlerde vermediklerini düşünüyorsunuz.

O halde yurtdışında binlerce insan en iyi geleceği vadeden işlerde çalışmak için ülkeden ülkeye gezerken siz neden hala buradasınız? İnternet sayesinde yurtdışında kariyer fırsatlarını yakalamak çok kolaylaştı. Yapmanız gereken www.monster.com dan sizin için uygun olduğunu düşündüğünüz bir ülke seçmek ve "sizi açacağına" inandığınız pozisyonlara başvurmak.

Bu tür iş ilanları veren firmaların çoğunun başka ülkelerden yapılan başvurularda yol masraflarını karşıladığını biliyor muydunuz? Yurtdışında bir firmada çalışmış olmak Türkiye'ye dönmeyi düşündüğünüzde de sizin için daha önce kapalı duran tüm kapıları açacak.

Ofiste oturmuş düşünüyorken bu tür bir İK sitesi üzerinden başvuru yapıp Yahoo'nun Avrupa bölgesi finans sorumluluğuna kabul edilen birinin ropörtajını okumuştum.

Gelişmiş ülkelerde sağlam Türk lobileri kurmak ta ancak başka ülkelere yelken açacak yetenekli insanlarımızla sağlanacak.

İş yerinizden memnun değilseniz hayatınızda sıra dışı birşey yapın.
Yurtdışını da düşünün. Biraz googlelayarak ile hemen birçok ik portalı bulabilirsiniz.

''Hayır'' lı Olsun


Tartışmanın kan basıncını arttırdığı ve insanı kızdırdığı için kalp krizi riskini arttırabileceğini söylüyor uzman amcalar.. Onlar söylüyorsa doğrudur..

Tartışmanın temelinde karşı taraftakini ikna etmekmi yatıyor yoksa onu milletin gözü önünde rezil etmeye çalışmak mı? Kardeşim güzelce anlaşmak varken ne bu tantana.. Bir kere ben görmedim ikna olmuş bir şekilde biten bir tartışma:) Çünkü yok birşey.. kabullenmek bir yenilgidir bizim milletin gözünde.. Onun için tartışmalarda amaç doğru olanı tespit etmek ve onu desteklemekten çıkmış doğru benim dilğimdire dönüşmüş..

Hal böyle iken telefunken.. Çok önemli konuları tartışmanın sakıncası dikkat çekiyor.. İşin aslında neyi niçin ve nasıl tartışmayı tutturamayan bir toplumuz.. Bende bazen bakıyorum ki saçama sapan bir konumda küçükte olsa tartışıyorum.. Bence şöyle olmalı. bir kere bu konuda benim dediğim doğru olmasa ne kaybederim.. Hayatımdan ne eksilir.. Bu noktada tartışmaya değer mi değmez mi tesbit edip ona göre konuşmalı..

Genelde tartışmaya karşı olduğumu söyleyebilirim.. Ama söylenecek her zaman iki çift lafım vardır.. Bundan fazlasınıda söylemem.. Peki ne faydası olabilir tartışmanın.. Evet temelde hoş birşey gözükmemesine rağmen faydalarının olduğuna inanıyorum.. Benim gözlemlediğim, mesela hazır cevap yönünü geliştiriyor, stres altında kendini kontrol etmeyi geliştiriyor, hızlı mantık kurmayı, max. odaklanmayı vb. çoğu özelliğin gelişmesinde rol oynuyor..

Şimdi herkes aman ne faydalı bir şeymiş demesin.. Çünkü bu özellikleri edinmek ve geliştirmek için sadece tartışmanız gerekmiyor.. başka şeylerlede bu özellikleri geliştirebilirsiniz.. Ama her mevzuyu karşıdkini ikna etmek olarak algılayan insanların ilişkileri insanı yoruyor, hatta usandırıyor ve bıkkıntımsı bir hiscik veriyor:)

Bu tarz arkadaşlar hakkında minik bir ip ucu vereyim.. ''Hayır'' diyerek cümleye başlarlar:) Çünkü onun için sizin söyliyeceğiniz yanlıştır.. En bait konuda bile olsa, bir örnek mi.. İşte buyurun;

-Abi müsaitmisin bişey soracaktım?
-HAYIR!! hımmm ne soracaktın (tabi merak etti dana yavrusu)
-Analizler hakkında..
-HAYIR.. öğleden sonra gel.

bir başka dialog;

-merhaba ben ismet
-Hayır! ben cafer
- (ismet şaşkın) ben yemekhaneyi soracaktım?
-Hayır! burdan gidilmiyor.

Görüyorsunuz dediğimde nasıl haklıyım.. Bunların hepsi böyle:)

Pazartesi, Temmuz 11, 2005

Kendinizi Unutturabilenlerdenmisiniz?

Size bir konudan bahsedecektim ama bir türlü hatırlayamıyorum.. Hani o halde olduğumuz zaman gıcık oluruz.. söylemek isteriz bir türlü söylemeyiz ya.. Neydi ya o... Hani yapmadığımız işlerdeki en basit bahanemizdir.. Bişey deriz.. neydi o.. Gerçi hiç kabul görmez bir gerekçedir.. Hatta bazı insanlar bu hallerinden çok çekerler.. Dur dur hatırladım.. Unutkanlık..

Bizim bir parçamızmıdır nedir bilmiyorum ama her insan oğlunun başında olan bir durumdur.. Gerçi bazı insn oğullarının başından gitmiyor:) Her insansı etki ve tepki gibi buda normalken herşeyin azı karar çoğu zarar olayı varya o hesap bununda fazlası düşman başına..

Bilirsiniz çok gülme hastalığı bile var.. çok uyuma.. herşeyden korkma.. Bunlarda nşa da normalken her zaman olması veya zamansız olması hastalık mührünü bir anda basar.. Peki neden unutur insan.. Aslında bunun çok sebebi olduğunu söylüyor uzman amcalar.. Kafası çok meşgul olup planlı olmayan inanlar, odaklanma eksikliği olan insanlar, önemseyememe rahatsızlığına kapılış insan yavruları.. Belki çok daha sebebi olabilir ama bizene diyerek kısa kesiyoruz..

Tabi böyle bir rahatsızlığı olan biri varmı yakınlarınızda? Benim var.. Her hasta gibi oda rahatsızlığını kabul etmiyor. Hatta kendinin hafızasının yeterli olduğuna öyle bir inanmışki gülmekten çatlarsınız.. Size bir kaç unutma anısını anlatayım.. Bana çukalata alacağını söylemesine rağmen dört dörtlük bir arkadaşın arçelik marka buzdolabında unutup bana çikolatalarımı gtirmediği gibi getirmek üzere giderken cep telefonuu unutmuş.. Bu arada kardeşinin 2 kere hatırlatmasına rağmen fotoğraf makinasını arkadaşın arabasında unuttu.. Şimdi biliyorum unutmadım bıraktım diyecek. Ama hepimiz biliyoruzki unutman için bırakman lazım, elindeki birşeyi unutmak çokta kolay değil. Neyse.. gördüğünüz gibi durum vahim..

Peki ne yapmalı hatırlamak için.. Aaa bak demek çözümleride var.. Bir kere biz toplum olarak bu unutkanlar güruhunu unutmayıp onları kabullenicez.. Ne kadar tiksinsekte bağrımıza basacaz.. Onlara gerekirse parmaklarına bağlamak için kurdeleler hediye edicez gerekirse para karşılığında onlara bazı şeyleri hatırlatıcaz.. Aslında bu ikincisi çok daha zevkli.. Kandırın bir ara unutkan birini dönün köşeyi..

Bu unutkan kardeşlerimizi hatırlama aşamalarında fotoğraflarını çekin.. Ne kadar şaşkınsal bir salaklık içinde duruyorlar değil mi? Ama yazık öle demeyin.. Üsteki fotoda o enstantanelerden biri olsa gerek.. Ne kadar ünlü olursan ol unutursan böyle olursun..

Son olarak söyliyeceğim şudur ki; Unutmayın, unutulanlar unutanları asla unu unlarken unuttuklarını nutukla unutururlar mıki'' (Maliye Bakanı Kemal UNAKITAN) :)) Aman beni unutmayın..

Münih: Aşık olduğum şehir (Bölüm 3)

Ludwigstrasse'ye Odeonsplatz durağında inerek doğrudan ulaşabiliyorsunuz. (Bu arada metro haritasını buldum ayrıca anlattığım tüm bölgelerin panoromik fotoğrafları burada)


Odeonplatz'da yer alan süprizimiz bir heykel. Die Heldherrnhalle. Diğerlerinden farklı olarak bu boyut açısından hayli etkileyici.

Büyük meydana bakan bu heykel genç bir bavyeralı erkek ve yanında bir kadın. Erkek, bavyeranın flamasını elinde sıkıca kavramış. Heykelin bulunduğu kaide doğrudan meydana bakıyor.

Heykele bakan yön

Ludwigstrasse (heykel arkamızda)

Bölgeyi panoramik olarak şuradan izleyebilirsiniz. Köşede göreceğiniz kafe cumartesi günleri dolup taşıyor. Bu bölgeden iki güzel alana geçiş var. Biri heykelin hemen solunda görülen Residenz ve diğeri bunun hemen yanındaki (cafenin yanı) sıralar halinde -yanlış hatırlamıyorsam- tamamı ıhlamur ağaçlarıyla dolu bir kafe. İçeri girdiğinizde içeriden duvarlara bakın! Tabi ıhlamur kokusundan kendinize geldiğinizde.

Dr. Dosto ve Thomas ile c.tesi burada kahve içip almanların meşhur dondurmalı elmalı turtasından (Apfelbişey..) yemiştik. (Her alman yiyeceği gibi ben bunu da sevmedim)
Buradan uzanarak Almanya'nın en zenginlerinin mahali Maximillian strasse'ye geçebiliriz. Az ileride. Ortada büyük bir kral heykeli, kenarlarda kafeler ve ucu görünmeyen bir cadde. Aslında ucunda çok ilginç kuleler hayal meyal görünüyor. Tabi beni keşfe itmesi için flu bir görüntü yeterli oldu. Caddede ilerlemeye başladım. Önce ortadaki kral heykelinin yanına ilerledim. Ama ortamda bir gariplik vardı.
Bir sonraki yazıda devam edelim.

Ünlülerin Ölümleri

Bir ölüm haberi aldığımda genelde pek etkilenmem.

Ama televizyonlarda hergün yüzünü gördüğüm biri öldüğünde bir garip hissederim kendimi. Bu benim için ilk Özal ile başladı herhalde. Kemal Sunal, Barış Manço, Üzeyir Garih.

Varlığına çok alışık olduğum, atmosferimin bir parçası haline gelmiş bir insan öldüğünde hayatımda bir gedik açılır sanki. Bir daha kapanmaz, orası hep eksik kalır.

Sonra ölümü kendimden ne kadar uzak gördüğümü düşünürüm. Oyun biter perde kapanır birgün. Ama nasıl? Ne zaman? Sonra ne olacak? Neden?? Bu sorular birbiri ardına gelir.

Unuturum sonra, hayata tekrar alışırım.

Kenan Onuk vefat etmiş. Futbol programlarına hiç aşina olmasam bile eksikliğini hissedeceğim.
Çünkü yüzüne ve sesine alışmıştım.

Cuma, Temmuz 08, 2005

Bir Aşk....Acısız Lütfen!


Padişaım çok yaşa... Ne kadar çok bağırsakta yaşatamadık hiç birini.. Demek boşuna bağırmışız veya bağırmışlar.. Biz bağırmadık.. İnan ben bağırmadım.. Hatta ben susun padişahı uyandıracaksınız dedim..

Bu ne lezzet tez kellesi vurula. Cümlesini tam vurguda söyleyemeyen padişah olamaz.. Olsada tahtta az kalır.. Ama bu şu demek midir.. Tahtta az kalan padişahlar bunu söyleyemedi.. Tabiki hayır.. Çeşitli sebeplerden dolayı indiler veya indirildiler..

Başından o kadar olaylar geçmesine rağmen büyük bir çınar gibi 600 yılda anca bitti.. Bu sonu hızlandırmak için neler yapılmadıki.. İçten fetih planları ve niceleri.. Bizim bugun ele alacağımız padişahların aşk hayatı.. Biraz garip ama şunu merak ediyorum.. Bu kadar buyuk devletleri yöneten savaştan savaşa koşan.. heybetli ve otoritesiyle devletleri sarsan insanlar bir kadın karşısında sevgilileri karşısında ne durumda oluyordurki.. Sizce hiç aşk acısı çekiyorlar mıydı? Devleti yıkmak için gelen kadınlar kendilerine padişahı aşık edip acı çektiriyorlar mıydı sizce?

İşin aslında garip bir boyutu bu tarz karizması olan insanların bu yönleri her zaman merakımı celbetmiştir.. Konu padişah olunca ağızda kayıyor haliyle celbetmek felan..

Tarihi biz kitaplardan derslerden biliyoruz.. Ve genelde devlet bazında bahsediliyor.. Kişisel anlamda çok detaylı padişahlar hakkında aktarımlar yapan az kaynak var.. Gerçi padişahın aşk acısı çekmesi ne kadar mahrem bir konu olsada halkım ben merak ederim.. Mesela padişaha naz yapan, kur yapan ne biliyim ona herkes haşmet meab sultanım derken odaya girdiğinde eşinden ''pıtıcık gel yanıma'' gibi bir ifade duyuyormuydu acaba.. Veya sevgilisinden fırça yiyormuydu..

Bana sorarsanız bunların hepsi oluyordu ve alabildiğine dogal.. Ve bence ciddi aşk acılarıda çektiler.. Mesela bir padişahımızın şu şiiri bize ip ucu veriyor:

''Şirler pençe-i kahrımdan olurken lerzan
Bir gözleri ahuya meftun etti beni felek''

Evet aslanların kendisinin heybetinden çok korkmalarına rağmen bir ahu gözlüye aşık olduğunu anlatmış.. Yanılmıyorsam Yavuz Sultan Suleyman..

Ama belli etmemeyi bilmişler acılarını kalplerine gömmüşler ve konumlarının gerektiğini yapmaya çalışmışlar.. Belkide bazılarının genç ölmesi aşk acısından idi.. Şimdi diyeceksiniz iyi hoşta Ajda Pekkan ne alaka:) Konuyla ilgisi şu yonden varki, bir kere aşk hayatını canlı tutmaya çalışan bir tarihtir kendisi.. sanatına söz yok.. ama çok aşk acısı çektiği kanaatindeyim.. Okadar yaşamışlığın yanında acılarıyla yalnız bir hayat bana acıma hissi veriyor.. onada popun kraliçesi diyolar.. hani tarih, padişah, kraliça aşk, acı falan diyince aklıma o geldi.. Ben çağırmadım inanın o geldi ben ne yapayim..

Perşembe, Temmuz 07, 2005

Münih: Aşık olduğum şehir (Bölüm 2)



Çok uzun ve güzel bir ikinci yazı yazmıştım ama internet explorerin kurbanı oldu. Bu post'u sevgili ve biricik firefox ile yazıyorum.

Yolculuğumuzda Marianplatz'da kalmıştık.

Bu bölgeyle ilk tanışmam bir yemek sayesinde oldu. İlk gün yemeği firma yakınlarında bir İtalyan restoranında departmanımın global op. sorumlusu ve yardımcısıyla yedikten sonra ikinci gün yemeğe çıkarma sırası oldukça tipik bir gelenekçi Alman olan Dr. Richter ile oldu.

Karlzplatzdan Marianplatz'a doğru ilerlerken sağda büyükçe eski bir restoran var. Adı Augustiner. Dr. Richter bana buranın en geleneksel Alman yemeklerini bulabileceğimizi söyledi. Yaz olması nedeniyle ve havaların sıcaklığından meydanın önemli bir bölümü çevredeki cafe ve restoranların sandalyeleriyle dolu. Ama Augustiner ayrı bir yoğunluğa sahip olmasıyla dikkat çekiyor. Taş duvarlardan girişi üzerine adı kazınmış. Önce içeri girdik, ahşap ve loş bir ortam. Heryerde Alman kültürüne ait heykelcikler vs. Garson kadınlar geleneksel Alman kıyafeti içerisinde. Oradan arka bahçeye çıktık. Benim için tam bir şok. Bursa'nın koza hanı gibi heryanı binanın duvarlarıyla kapalı. Ama içerisi tıka basa insan dolu. Yüzlerce insan. Kahkahalar konuşmalar. Bir gürültü ki sormayın.

Oturduk. İrice Yunan tipli ve gülümsemesindeki sahtelik gün gibi ortada biri siparişlerimizi almak için yanımıza geldi. Ne tavsiye edersiniz dedim, Richterin cevabı ördek oldu. Buranın en geleneksel yemeklerinden biridir dedi. Tamam dedim. Ben balık alacağım dedi. Siparişler geldiğinde tabağımda dev bir ördek duruyordu. Üstelik sert ve tatsız. Yanında bir salata. İçinde ne var emin değilim ama sosu rezaletti. Bizimki usulca balığını yerken (tatlı su balıklarını sevmem) ben yemeğimin ucundan alıp bitirdim. Yanında Almanların klasik çubuk krakerin kalınından yapılmış ekmeklerinden veriyorlar. Güzeldi.

Binanın duvarlarında hristiyanlığa ait mozaikten yapılmış gravürler vardı. Bana binanın bira imalathanesi olduğunu söyledi. St. Augustine her ay bir gün tuttukları orucu kolay geçirebilmek için bol kalorili bir içecek imal etmek için çalışırken birayı bulmuş. Bira bizim için kutsal ve geleneksel bir içecektir dedi. Sizin dininizde içki neden haram sorusuyla birlikte madem yasak bazı müslümanlar neden içki içiyor sorularını yöneltti. Bende konunun uzmanı olmadığımı ama temelinde insanın kendi vücuduna zarar vermesini engellemek ve dinin değer verdiği aklın devreden çıkarılmasının kötü sonuçları nedeniyle olduğunu ve herkesin kendi iradesi ile bu yasağa uyup uymama kararı aldığı ve kişi bağlayacağı düşüncelerimden bahsettim.

İlginç bir insan. Düzenli bir aile hayatı ve iki kızı var. Bana tüketim toplumunun özgürlük adına insanı kendi isteklerinin kölesi yaptığından bahsetti. Almanların kendilerini kritik etmeleri ilk rastladığım birşey değil. Hep böyleler. Derin muhabbetimiz devam ederken ben bir yandan 1500'lü yıllarda yapılmış bu binayı inceliyordum. Yemek sonunda hesap sanıyorum 42 Euroydu.

Dışarı çıktığınızda İstiklal caddesi tadındaki kalabalığın yanı sıra eski, büyük ve heybetli kiliseler ile bunların etrafını saran heykeller dikkatinizi çekiyor. Heykeller çok detaylı. Pek çoğunu uzun uzun inceledim. En favorilerimden biri bir meleğin şeytanı öldürdüğü sahneyi tasvir edendi. Kas detayları ve anlatımın gerçekçiliği insanı dehşete düşürüyor.

Meydan boyunca en dikkat çeken şeylerden biri de sadece Marianplatz'da gördüğüm dilenciler oldu. Her çıkışımda en az 4-5 dilenci ile karşılaştım. Ama bu arkadaşlara dilenci diyerek kendilerini alçaltmayalım. Başka bir isim bulmak gerek.

Nedeni metotları. Mesela size birinden bahsedeyim. Ekip halinde para diliyorlar; 3 keman, 1 viyolonsel ve 1 flüt. Oda orkestrası şeklinde mükemmel eserler icra ediyorlar. Marianplatzın en sevdiğim yönlerinden biri bunlar oldu. Yolda sallana sallana yürürken bir anda arkanızda canlı performans vivaldi 4 mevsim dinliyorsunuz. Bazen saksafon, akordiyon hatta bir çeşit piyano çalan bile vardı.

Bir başka ilginç dilenme metodu ise heykel taklidi yapan arkadaşlar. Boyları 2.5 metre civarında ve üzerlerine geleneksel kıyafetler giyip yüzlerini bronz rengine boyamışlar. İlk gördüğümde birini heykel sanmıştım bir anda gözlerini açıp bana baktığımda neler hissettim tahmin edin. Çocukların favorisi bunlar. Ayrıca bazen palyaçoların gösterileri de oluyor. Her an karşınıza bir süpriz çıkabiliyor.

Marianplatz üzerinde bir elektronik mağazası da var. Conrad'dı adı sanıyorum. Türkiye'de bulamadığım Sennheiser kulaklık modellerini orada buldum. Fiyatı ucuz değil. Orta halli. Ayrıca karstadt mağazası da var. Geldiğimiz istikamette sola dönüp ilerlediğinizde çeşitli giyecek mağazalarıyla dolu bir yolda buluyorsunuz kendinizi. Sağınızda ise yine tarihi binalar mevcut. Örneğin bunlardan ilki Ratzkiller gibi bir isme sahipti. Münihin ortaçağ dönemlerinde farelerini avlayan biri diye düşündüm. Binanın ortasında ise bir cafe var. Loş bir yer.

Bir başka bina ise üzerinde 100'den fazla heykelciğin bulunduğu bir konaktı. Oturup incelemeye kalksanız bir saatiniz gider. Çok ilginç figürler, insanlar, hayvanlar her katta her camın önünde.

Ayrı bir ilginçlik ise heryerde karşınıza çıkan 1.5 metre boyunda ve 1 metre uzunluğunda aslan heykelleri. Bavyera eyaletinin simgesi olan bu aslanlar aynı yüz ve vücut yapısında ama farklı formlarda. Mesela bir kafenin önünde duran iki ayağı üzerinde elinde bir bardak tutmuş üzerinde "I love Munich" yazan bir tişört giymişken diğerleri renkten renge boyanmış. Ayrı kişilikler katılmış.

En hoşuma giden ise polis binasının kapısındaki iki dişi aslandı. Kızdırılmış ve saldırgan yüz ifadesiyle bir pençesini uzatmış. Sanki kızdırıldıkları bir sopayı tutmaya çalışıyor gibi. Çok vahşi ve gerçekçiydi.

Yolun sonunda sarı renkli fraukirschen'i (Kadınlar kilisesi) geçtiğinizde ise en favori mekanlarımdan biri sizi güzel bir süprizle birlikte karşılıyor. Koca bir meydan ve Ludwigstrasse. Bunun yanında tabiki Maximillianstrasse, English garden, Deutsche museum, Olimpik kule, BMW binası ve diğer dikkatimi çekenlerden daha sonraki yazımda bahsedeceğim.

Çarşamba, Temmuz 06, 2005

Hastalıkta, Sağlıkta..




Haydi dügüne.. Düğüncüyüz.. Nasıl bir tabirse anlayamıyorum.. Tamam biliyoruz ki düğüncü denilen tayfa düğün yapan geniş aile fertleri olsada, benim çok haz alamadığım bir tabir.. Düğüncüyüz biz:) Bnun bir başka çağrışımıda biz düğün yapanlara takarız kafayı abicim yaklaşımının bir ifadesi gibi duruyor..

Düğünler aslında ilginç anlardır, gunlerdir.. Bu işin iki cephesi var.. Biri evlenenler diğeri eğlenenler.. Temelde evlenelerin mutluluk için bir araya gelinir ama her zaman için eğlenelerin eğlenmelerini sağlamak için genç çiftlerimiz herkesin tebessümleri arasında çeşitli işkencelere maruz bırakılır.. Herkese hoşgeldini diyip tokalaşmak gibi.. Hele hele sarılmaya çalışan teyzelerle geline gelenler gelir..

Bu işin hazırlığı ayrı bir zevk olay anı ayrı bir zevk demek istesekte genelin kanaati herbiri ayrı bir işkence olur.. Ama gunun özelliğinden midir nedir genç çiftlerimiz bundanda keyif almaya çalışırlar..

Bu arada her zaman herşey çok guzel olacak telkinleri yapılırken adetlerimizle çiftler bu kararından vazgeçilmek istenircesine çeşitli testvari şeylerle karşılaşır.. Aslında bence olması gereken genç çiftlerin mutluluğu odaklı bir organizasyon olmasına dikkat edilmeli.. Mesela bu konuda çiftler hiç sıkıntıya düşmeden alışverişlerini yapacak.. düğün günü onlar sadece günü idrak etmeye odaklanacaklar.. Ama genelde olan gelinle damat organizasyonun ne kadar merkezinde de görünseler sadece bir parçası olarak kalıyorlar.. gunun tadını çıkartmaktansa görevlerini yapan iki kişi gibiler..

Ve çok duymuşsunuzdur ya herşey çok guzeldi ama ben hiç birşey anlamadım.. Ne zaman anladıklarını ben soyliyim.. Balayında.. Anca kendilerine geliyorlar... Hangi düğüne şahit olduysam (bu şahit sadece görsel katılımcı anlamındadır) gelinle damat eziyet çekiyorlar.. Bi kere gelinin kıyafeti mutlaka problem olur.. Ve gece boyunca damatta bunun gerginliği.. Eğlenenlere gelince çoğu kez bu misyonu üstlendim.. Gerçektende hakkını verdim.. çok harikaydı her seferinde..

Altını çiziyorum.. Düğün gibi kişi veya kişilere özel günlerin huzur, mutluluk ve ferahlık anlamında ilgili kişiler odaklı olmalarına azami dikkat edilmeli.. Çünkü insanın hayatında bir kere yaşayacağı bir olayı her saniyesini hissederek yaşaması gerektiğine inanıyorum.. Böyle bir günü bir şey anlamadan geçirip kasetten tekrar seyrederken ay ne güzel olmuş demek bana ilginç bir o kadar komik geliyor..

''Gelinler ve Damatlar Odalar Birliği Başkanı''

Münih: Aşık olduğum şehir (Bölüm 1)

İki haftalık iş programım nedeniyle Almanya'daydım.

Yaklaşık 5 şehrini gezme ve toplam 10 şehre uğrama imkanım oldu.

Her biri yemyeşil, tertemiz ve düzenli yapısıyla beni etkilese de aralarında sadece birinden ayrılırken gerçekten üzüldüm, Münih.

Münih havaalanı oldukça yüksek ve geniş. Üç katlı ve ferah. Her yer lufthansa'nın bankolarıyla dolu. Havaalanında eşyalarınızı aldıktan sonra danışma ve birçok mağazanın bulunduğu bir bölüme çıkıyorsunuz. Çıkışta sağda bir dizi bilgisayar göreceksiniz. Bunun hemen yanında havaalanı servisleri var. İlk olarak bu servise uğrayıp buradayım maili atmak için bir chip-kart aldım. 15 dakikası 3 euro gibi birşeydi. Kartvizit cd şeklindeki chipkartı bilgisayar yanındaki kutu üzerine tuttuğunuzda okuyor ve internet açılıyor. En büyük handikap bizdeki Y ve Z tuşlarının almanlarda yerlerinin tam ters olması.

Sıkça Almanya içi görüşmem gerekeceğinden telefonumun roaming'i yerine yerel bir hat almayı tercih ettim. Danışmanın az ilerisindeki telefoncuda sadece pasaportunuzun bir fotokopisini alıp hemen hat veriyorlar. Hat ücreti 25 euro ve içinde 15 euroluk prepaid hakkınız var. T-mobile hattı aldım ve hemen telefonuma taktım.

İlkin en çok kafanızı karıştıracak ama sonrasında çok kolay bulacağınız şey metro için bilet. Taksiyle şehrin güneyindeki hotelime 40 euro tutan yol ücreti metro ile 4.40 euro. Metro sistemleri S-Bahn ve U-bahn olarak ikiye ayrılıyor. U sanıyorum underground ve S ise Street in kısatması (Strasse).

Havaalanında iki şekilde metro alabilirsiniz. Biri internet ücreti ödediğiniz servisten diğeri ise üzerinde ekranı olan ve bir vending makinesine benzeyen otomatlardan. Bilet ücreti kaç kez hat değiştireceğinize bağlı olarak değişiyor. Örneğin 1 hat ücreti 2.20 euro. Siz mesela önce S2 veya S6 ile merkeze oradan ise aktarmayla U5'e binecekseniz iki zone'luk 4.40 bilet almalısınız. Makinede önce zone sayısını tuşluyorsunuz (Ör. 2) sonra bozuk para veya kağıt 5-10 euro atıp bileti alıyorsunuz.

Çok ilginç gelebilir, metro sistemlerinde girişte kontrol yok. Kimse biletiniz var mı yok mu bakmıyor. Ama vagonlarda zaman zaman kontrol yapıldığı ve biletsiz olanlara 40-50 euro ceza kesileceği yazıyor (Kontrol falan görmedim ben iki hafta). Almanlar o kadar dürüst ki treni kaçırma pahasına bilet almaya çalışanları gördüm. Üstelik kontrol olmadığını bile bile.

Neyse, havaalanında biletlerinizi aldınız, çıkışta doğru ilerleyin ve S tabelasından yürüyen merdivenlerle aşağı inin. Şehir planına bakın ve 2 trenden sizin için en uygun rotaya sahip olana atlayın. Her tren hauptbahnhof ve ostbahnhof'tan geçiyor. Her alman şehrinde orta yerde bir hauptbahnhof (ana tren istasyonu) var. Buradan ICE'lerle (sonra anlatacağım) diğer şehirlere geçebiliyor veya tren değiştirip istediğiniz her noktaya ulaşabiliyorsunuz.

Eğer acıktıysanız havaalanındaki bir baeckerei (bildiğiniz pastane) dan nefis şeyler alabilirsiniz. Alman restoranları ve yemeklerini hiç sevemediğimden tercihim karlsplatz'ta (stachus diye de geçiyor) rahatça Türk restoranları bulabilirsiniz. (Durakları her istasyondaki kocaman haritadan çok rahat seçebiliyorsunuz, kaybolmak imkansız münihte)

Havaalanında S2'ye atlayıp Ostbahnhof'ta indim (Yaklaşık 40 dakika). Zaten havaalanından kalkan S'lerin son durağı. (Son istasyonda our service will be terminated diyor. Duyanda treni imha edecekler sanır.)

Oradan U5 ile Siemens'in ve hotelimin bulunduğu Neuperlach durağına ulaşabileceğimi gördüm. U5'i ararken ostbahnhof'ta Türk olduğu ve doğulu olduğu her halinden belli bir dönerci arkadaşa kazara Türkçe U5 yerini sordum. Bana Almanca cevap verdi. Anlamıyorum dedi sonra eliyle o istasyonu işaret etti. (Ama anladığı, Türk olduğu, trip yaptığı her halinden belliydi). Durağa indiğimde ferah, temiz, duvarlarına projeksiyon ile haber bültenlerinin yansıtıldığı ve nefis klasik müzik eserleri çalan bir ortamda buldum kendimi. Aradan iki dakika geçti ki eski model ama bakımlı bir tren önümde durdu. Kapısını önündeki kolu çekerek el ile açıyorsun ama pnömatik, yarı otomatik yani. Gerçi bu trenlerden az kalmış. Hepsini en modernleriyle değiştiriyorlar.

Almanya'da metro sistemini çok kullandığımdan ezberlediğim bir kelime "Bitte zurück bleiben". Herhalde lütfen geride durun gibi birşey. Metroya bindiğimde dikkatimi çeken çok sayıda Türkün de bu şehirde yaşadığı oldu. Yanınızda Türkçe konuşan birsürü insan. Durakta indim, hotele yürüdüm (1-2 dk)

İster şehrin dışında isterse en merkezinde olsun her yerde bisiklet yolları ve ağaçlar her zaman göreceğiniz şeyler. Birde kuş sesleri tabi.

Sabah erkenden kalkıp güzel bir kahvaltı yaptım. Almanyada olup o çeşit çeşit peynirleri tatmamak olmaz. Bizim gibi çay tiriyakiliği yok. Varsa yoksa pekte sevmediğim kahve. Bolcada meyva suyu. Bizimki gibi doğal, normal su tüketiminin çok az olması bir başka garip yanı. Su istediğinizde restoranlarda dahi derhal maden suyu getiriyorlar. İnsanlar bolca meyva suyu, meşrubat tüketiyor. Birde kahvaltılarda bile çokça yoğurt.

Ofise gittim. Güzel bir oda tahsis etmişler, dizüstü bilgisayarımı kurdum. Önce departmanımın global operasyonlar yöneticisi ve yardımcısıyla kısa bir toplantı. İki haftalık programı ve Türkiye operasyonlarını değerlendirdik. İş detaylarını atlayarak devam ediyorum. İş arkadaşlarımla tanıştırdı.

İş arkadaşlarımdan yola çıkarak almanların çok kibar ve titiz oldukçarını söyleyebilirim. Üstelik sizin iradenize çok önem veriyorlar bu yüzden sadece nezaket icabı yapmacık hareketler yerine bazen ilgisizlik gibi görünen tavırlar aslında sizin kararlarınızı ve istediklerinizi yapmanızı sağlamak için.

Akşam küçük bir keşfe çıktım. U5 ile Odeonplatz veya Karlsplatzta inerek şehrin en canlı yerlerine ulaşmanız mümkün. S'ler ile Marianplatz'a da çıkabilirsiniz. Bahsettiğim yerler birbirlerini takip ediyor. Örneğin Karlsplatz'da inerseniz kocaman bir sığ havuz ve fıskiyeler ile karşılaşacaksınız. İnsanlar kenarlarına oturuyor. Karşınızda ise Tor dedikleri kale kapısı ve duvarları var. Kapıların içi yani hisar içi kısmı Münihin en canlı ve tarihi bölümü. Kapıdan içeri devam ettiğinizde çok sayıda kafe, heykeller ve büyük kiliseler ile karşılaşacaksınız. Burası Marianplatz. Pekçok insan yollarda bisikletler ile geziyor. Çocukları için arkada koltukları var. Birçok turist yine bu bölgede. Burayla ilgili anlatacak çok şey var. Agustina mesela. Devam edeceğim..

Salı, Temmuz 05, 2005

Güney Afrika'ya Bakış

Dünyadaki tek ülke Türkiye diyenler veya zannedenler yalan söylüyor.. Başka ülkerde var.. Ben gittim gördüm.. Şaka bir yana hazır tipyedinin Almanya gezisi tazeyken bende son yurt dışı gezimi anlatayım istedim.. Tabiki size bakan yönüyle..

Dört ay önce geldiğim ve beş ay kaldığım bir ülke: Güney Afrika.. Evet çoğu kişinin beklemediği bilmedi bir yer... Ve gerçekten çok ilginç ve harika diyebileceğimiz bir şehir.. Şehir diyorum çünkü cape town da kaldım 5 ay boyunca..Neyse fazla uzatmayalımda bana ilginç gelen yönleriyle sizinle paylaşayım..

İlk olarak İngiliz sömürgesi bir ülke.. Heryerde ingilizlere ait şeyler görebiliyorsunuz.. Halkı ingiltereyi benimsemiş.. Spor programlarında ingiltere liginden maçlar gösteriyorlar.. Tv programları ingiliz ağırlıklı.. Ülkenin 6 ulusal kanalı var.. biri afrikans dilinde.. ülke 11 kabileden oluşuyor ve bunların hepsi ingilizce konuşabildiği gibi kendi kabilelerinin dillerinide konuşuyor.. Bunlardan en ilginç olanı koza kabilesinin konuştuğu klik dili.. Konuşulanları dinlediğinizde çok komik sesler duyuyorsunuz, damak şaklatmasına benzer..

İnsanları çok kibar ve sıcak kanlı, bizim gibi yardım sever.. Ama zevksizler.. Yani evlerini döşerken giyinirken çok dikkat etmiyorlar.. Sabah 6 da kalkıp akşam 9 da yatıyorlar.. Bu tüm ülkede böyle hafta sonları hariç.. adamlar işe 7 de başlayıp saat 4 te bitiriyorlar.. sonra isterlerse ek iş..

Trafik problemleri yok.. süper yolları var ve trafik tersten akıyor.. Süper arabalar görmek an meselesi.. halkın yuzde yirmisi beyaz.. Genelde zengin kısım.. Gördüğüm her pencere dışarı doğru açılıyor.. Paralarının üzerinde devlet başkanlarının değil afrikayı temsil eden hayvanların resmi var..

Dünyanın en buyuk altın ve elmas rezervlerine sahip olmalarına rağmen takı tasarımında hep hayvan figürleri kullanıyorlar.. Berberleri traş etmesini bilmiyor.. En uzun traş 10 dakika.. mısırı haşladıktan sonra yağlayıp yiyorlar. yoğurdu her zaman meyvalı yiyorlar.. içecek çeşitliliği konusunda çok fazla meşrubat seçeneği var..çay içmiyorlar.. yemeklerinde ekmek kullanmıyorlar.. yüzde doksan prinç oluyor ve princi sadece suda ıslatıp yumuşatarak lapa şeklinde yiyorlar.. salata kavramları gelişmemiş.. Meyva yeme alışkanlıkları yok..

Şehirde dünyanın en belirgin ikinci coğrafi yapısı olan masa dağı var.. 1086 metre yüksekliğinde üstü dümdüz bir dağ.. üzerinde dolaşabiliyorsunuz ve dağın üzerinde genelde bir bulut oluyor ve buna masa örtüsü diyorlar.. dünyada güneşin batışının seyredileceği en güzel ikinci şehir olarak geçiyor cape town.. ve kimse bu uzmanlar bilmiyorum ama dünyanın en romantik şehirleri arasında sayıyorlar cape town ı..

tüm insanların süper bir ritm duygusu var.. en küçük çocular bile müthiş dans ediyor.. Futbolun populer olmadığı bir ülke guney afrika.. ruggby ve kriket populer.. sokakta çocukları kriket oynarken görebilirsiniz..

ülkenin 3000 km denize kıyısı var.. ve süper plajları.. atlantik okyanusu girelemiyecek kadar soğukken(4 derece) hint okyanusu 25 derece sıcaklıkta..

İnsaların %40 gibi bir oranı işsiz ve sokaklarda yatan insan sayısı çok fazla.. yolda yürürken sizden ortalama 10 kişi kesin para istiyor.. tahmin edebileceğinizden çok müslüman var.. Hatta ana caddede bir şapka dükkanına girdiğimde baş örtüleri vardı ve beril marka tabiki bursada.. Çok şaşırmıştım.. lokantalarda muslumanların yemeleri için helal sertifikası çıkartmışlar.. Oralarda rahatlıkla yiyebiliyorsunuz..

Şehir merkezinde yukselen binalar beni gerçekten şaşırttı.. shell, hotel holiday inn, hotel sheraton, LG gibi bir anda sayabileceğim şirketlerin merkezleri var..

Daha fazla anlatmak isterim ama uzun yazıp sizide sıkmak istemiyorum.. Ama birgün bir değişiklik yapıp yurt dışına gitmek istiyorsanız. Ümit burnuna 80 km uzaktaki Cape town u tavsiye ederim.. Benden de selam soyleyin..

Yapıkredi rezilliği

Uzun yıllardır çeşitli bankalarda işlemler yapıyorum.

Akbank'tan internet şubesi şifremi ikide birde değiştirmemi istemeleri ve en sonunda unuttuğumda bulunduğum şehirden 400km uzaktaki hesabı açtırdığım şehre yolculuk yapıp mesai saatleri içerisinde bankalarındaki kuyruğa girmemi rica ettiklerinde vazgeçmiştim. (3-4 yıl önce)

Garanti bankasıyla ise bir önceki işverenimin maaşlarınızı bankaya yatıracağız böylece kolayca çekeceksiniz yalanına inanarak (tabiki sigortaları düşük gösterebilmek için hiçbir zaman bunu yapmadılar) çalışmaya başlamıştım. Halen en favori bankamdır. Garantiye şikayet maili attığımı hiç hatırlamıyorum. Hatta telefon ettiğimide. İnternet bankacılığında herşey o kadar kolay ve hızlı ki.

Yeni işverenim maaşları yapıkrediye yatırdığından malesef kendileriyle muhattap olma zorunluluğum doğdu. Halbuki benim için tamamen yeni bir tecrübe olacağından ilkin heyecanla şubelerine gitmiştim.

Yapıkredi devlet bankası değilse bile olmalı bence. Çünkü bürokrasi nasıl üretilir konusunda doktora derecesine sahip yöneticileri ve iş karıştırma, zorlaştırma departmanları bulunduğuna adım gibi eminim. Daha önce sayfalar sürecek bir sıkıntı yaşatmalarının ardından şikayetim sonrası güya müşteri memnuniyeti için arayıp şikayetlerimi kibarca ifade ettiğimde azarlarcasına cevap yetiştiren crm ekiplerine taktir vermeli, kredi derecelendirme kuruluşları en süper muhteşem banka seçmeli bunları.

Az önce kendilerine diğer hesabımdan yaptığım ve 4 saattir ulaşmayan eft'min akıbeti hakkında bir soru sormak için aradım. Saat 15 civarıydı. Yaklaşık 20 dakika sonra bir müşteri temsilcisiyle görüştürdüler. Akabinde bana mevcut 4-5 şifremin yetmediğini ıvır ve zıvır şifreleri oluşturmam gerektiğini söyledi. Yahu bütün güvenlik kalkanlarını geçmedim mi? Bu da neyin nesi? Yok, yok. Herşeyden önce bizim güvenliğimiz. Oluşturduk ettik. Bunu da müşteri temsilcisi ve IVR'ın birbirine karışan sesleri arasında yaptık.

Lütfen en yeni 5 kademe güvenlik şifrenizi diğer 4 şifrenizden ve şunlardan bunlardan farklı girin. Ama bu şifreyi hemen düşünün 5 saniyede tuşlayın yoksa kabul etmem. Neyseki hesap kitap işleri ve refleks konusunda iyi sayılırım. İki üç kızgın sesli yanıt ve müşteri temsilcisi gürültüsü arasında hallettik.

Saat oldu 15:35.

Müşteri temsilcisi ne dese beğenirsiniz. Şimdi telefonu kapayın. 3,5,8 tuşlayın müşteri numaranızı, bilmemne kodunuzu, en yeni güvenlik şifrenizi girin sonra 5 ve 2ye basın sonra zıplayıp el şaklatın, olduğunuz yerde iki kez dönün.

Dalgamı geçiyorsunuz derken telefon kapandı.

Bir daha aradım. Tek istediğim birini bulup kardeşim nerde bu falanca numaralı eft parası demek.

Dediklerini hızla not aldığımdan işide inada bindirdiğimden harfiyyen yerine getirdim. Bekledim. Bir arkadaş çıktı. Merhaba, benim adım Kazım sizin adınız nedir? Kibarlığınızı yesinler. Elli numara ve şifre girdik hala adımı çek edicek. Verdim. Evet tipyedi bey, şimdi doğum tarihinizi, baba adınızı ve bilmemnelerinizi söyleyin. Tek tek söyledim. Saat 15:40

- Sorununuz neydi?

Bu yanıt için 40 dakika telefonda bekledim.

- Sorunum şu arkadaşım. EFT yaptım nerde bu para. Bak numarasıda şu. Diğer bankayı aradığımda 30 saniyede sonuçlandı talebim. Bu numara ile sizi aramamı söylediler.

- Kontrol ediyorum. Hmm.. Hatalı bir hesap numarası girmiş olabilir misiniz?
- İmkansız, zaten daha önce kayıtlı bir hesaptan bir butona basarak gönderdim. Listeden seçtim.

- O halde siz iyisimi üç beş saat bekleyin. İşler biraz sıkışık ondandır. Gelmezse bi daha arayın. Bu arada kayıtlarımda birşey farkettim sizde sadece 5 şifre var?? Halbuki mesela burda başka bir işlem yapmak isteseniz 6. tarih şifresi adlı yeni bir şifremiz devreye girecek. Onu oluşturmanız gerek. Hadi yapalım.

- Yok arkadaşım yok. Yapıkrediye maaşım geldiği gün o uyuz internet şubesinden anında diğer hesaplarıma transfer ediyorum. Bir başka işlem yapmak, hele hele sizle çalışmak. Asla!! Gidin siz yapı yapın kredi verin. Ama bireysel bankacılık diyerek insanlara eziyet çektirmeyin. Ya da gidin garantiyi inceleyin biraz.

Pazartesi, Temmuz 04, 2005

Almanya'ya dair

Almanları nasıl bilirsiniz?
Çalışkan, takım oyunu nedir iyi bilen, dürüst.

Peki ya Almanya'yı?
Yemyeşil, bisiklet severler için cennet, sakin, huzurlu, düzenli.

Buna rağmen Berlin'de karşılaştığım bazı Almanlar gelecekleri açısından oldukça tedirgindi. Siz Türkler üretim maliyetlerini bu kadar düşürmeseydiniz fabrikalarımıza kilit vurmak zorunda kalmazdık diyor. Benim cevabım ise maliyet düşürmek suç ise suçlunun Çin olduğu yönünde.

Dortmund'ta Türklerle konuştum hepsinin derdi aynı. Fabrikalar bir bir kapanıyor ve ucuz ülkelere taşınıyor. Ama o kadar kapsamlı bir sosyal sistem kurulu ki 80 milyonluk Almanya'da aç kalmanız bir yana sıkıntıya düşmeniz bile imkansız. İster işiniz olsun ister olmasın. Fabrikaların kapanmasından ve işsiz kalmaktan korkanların hiçbiri Türkiye'ye geri dönmeyi düşünmüyor bile.

Bence Almanya'nın sorunu ucuz işgücü değil. Zira ellerinde sağlam bir kapital birikimi olan Alman firmaları Çin gerçeğinden en kazançlı çıkanlar arasında. Geçen yıl Alman firmaların kar rekorları kırdığını da görmezden gelmemeli. Ama Almanya gibi sosyal destekleri güçlü ve zenginlik konusunda tepe noktada yer alan ülkelerin sorunu gelecek nesiller.

Herkesin keyfi o kadar yerinde ki insanları okumaya "zorlamak" imkansız. Örneğin Almanya'nın mühendis açığı var şu anda. Kapatması ise imkansız. Elektrik mühendisi olarak sadece bu yıl için bile 2000 açıkları mevcut.

Bu durum Almanya için dezavantaj iken işsizliğin azalmakla birlikte oldukça yüksek sayılabileceği Türkiye için avantaj olduğunu söylemek zor olmasa gerek. Hem 2 milyon 800 bin Türk'ün yaşadığı bir ülkede Hintli veya Çinliler gibi kültür şoku yaşamaksızın kolay adaptasyon hem de Almanlardan farklı olarak esnek düşünme ve "bir olurunu bulma" yetenekleri güçlü memleket evlatlarının oralarda başalarılı olmaları kuvvetle muhtemel.

Ben şu an mühendislik fakültesinde okuyan bir öğrenci olsam ilk yapacağım şey Almanca kursuna kaydolmak olurdu. Kaliteli bir hayat yaşamak, iyi kazanca sahip olmak öncelikli beklentiniz ise Almanya güzel bir hedef olabilir.

Tabi, koyu kıvamlı kapitalizm düşüncesi, geliştirme departmanları ve know-how'un da iş gücü ucuz ülkelere transferini beraberinde getirmezse.

Pazar, Temmuz 03, 2005

Tatil Şart

Hava sıcak, daha da sıcak olacak.. Evet çöl sıcaklarını yaklaştığını söylüyor sürekli havadan sudan konuşan uzmanlar.. İnsanlar durdukları yerde terliyor ve ferahlamak için çeşitli yöntemler geliştiriyoruz..

Tabiki bunları iş yerinde yaşadığımızı düşünürseniz stresle beraber korkunç bir hal alıyor.. Yetiştirilmesi gereken işler, formal bir kıyafet içinde koşturuyorsunuz.. Bir evrak doldururken sağ üst köşeye gözünüz kayıyor ve evet yedinci aya girmişiz.. Yavaş yavaş çevreden tatil sesleri yükseliyor.. Bir plandır gidiyor. Tavsiyeler, hayaller, zamanlama ve bütçeler birleştiriliyor bir karar verilmek üzere..

Sonuç hadi hepberaber gaziantepe gidelim.. Haydaaa niye.. Çünkü dayınlar bekliyor.. Gerçekten geçerli bir sebep ve herkes güneye derken sen neşe içinde doğu yollarında.. Yolda giderken soruyolar nereye boyle.. Yok ben guneye doğudan inicem. Daha bi keyifli oluyor.. Kime inandırabilirsiniz ki tatile antepte olduğunuza..

Herkesin farklı bir durumu olabilir.. Ama uzaktaki akrabalarınızın batı ve guney sahillerinde yaşamalarında kararlı olun.. O zaman bu tür ziyeretleriniz daha bir keyifli olabir..

Gerçi herkesin tatil anlayışı farklı olabiliyor.. Bazıları deniz olmadığı zaman ben tatil yaptığımı anlıyomuyorum derken.. yeşile hayran olanlar vardır.. Ama bazılarıda var ki suyu bardakta yeşili sadece salatada tercih ediyor.. Gerçi onların tercihi evim evim güzel evim..

Şimdi tahminim bir çok kişi daha tatile çıkmamışken biraz hayal dünyasında tatil rüyalarımızı kışkırtalım..

Şimdi gittiniz ama nereye tabiki alanya gibi denizin rengine hayran hayran bakmaktan girmeyi unutacağınız kumun ve güneşin eksik olmadığı tam bir tatil mekanına.. plajda soguk meyva suyunuzu yudumlarken nefis bir kitap okuyorsunuz.. denize girdikten sonra gidip akşam yemegi için giyiniyorsunuz ve gecenin tatlı serinliğinde şık bir yemek ve eğlencenin gece modunda sabahlara merhaba..

Diğer taraftan yeşillenmiş bir ortam.. odanızın camından yeşilin her tonunu seyredebiliyorsunuz.. ormana küçük bir yürüyüş, nefis manzaralar ve muhteşem çiçek kokuları içinde.. kuş cıvıltıları sizin huzurunuza tatlı tatlı eşlik ederken gidip odanıza çıkıyor ve havuza girmek için hazırlanıyorsunuz.. tertemiz bir havuz ve kenarında keyifle okuduğunuz bir dergiye göz atıyorsunuz..

İşte genelde yoğunlaşılan veya muhtemel tercih edilen tatil seçenekleri derken bir alternatif tatilde benden gelsin.. bir hafta buralarda gideceğimize gidelim bir yurt dışı yapalım.. tamam belki 3 gun olur ama turist olmanın dayanılmaz özgürlüğünü hissedecek ve yeni bilmediğiniz bir yeri keşfedip o kültüre ait şeyleri öğrenmenin heyecanını yaşıyacaksınız..

Bu sıralar benim tercih ettiğim bir tatil yurt dışı.. Bakalım bütçe ve zamanlamayı ayarlayalım yakın gelecekte bir planımız var.. Araştırmalar devam ediyor..

Tatilde evde kalmayı tercih edenleri saygıyla selamlıyorum.. biz geldiğimizde tüm olanları onlara anlatacağız.. Hadi tatileeeeeeee.. küçük çantayıda al İsmet..

Cumartesi, Temmuz 02, 2005

Çocukluğunuza İnelim

Uzan şuraya dedi..
Tedirgindi aslında niye geldiğnide bilmiyordu, içindeki sıkıntı adını koyamadığı bir girdap onun sıkıyor ve boğuyordu.. Beyfendinin gösterdiği deri büyük koltuğa yavaşça oturdu.. Biraz kaykılarak ayaklarını kısa bir iskemleye uzattı.. Gözleri adamda ne yapacağını bilmeden heyacanlı heyecanlı bakıyordu..

-Kapa gözlerini dedi adam.. Derin bir nefes al ama nefesi nereden aldığını hissedebileceğin bir nefes olsun..

Nefesini çok derin çekti çekti ve bırakıverdi...

Ortam biraz loştu. Adamın sesi pürüzsüz ve toktu.. yerinden yavaşça doğrularak
- hiçbir şey düşünmemeye çalış..Burada olduğunu unutmanı istiyorum dedi..İnelim bakalım ne kadar ineceğiz diye fısıldadı..

Tam ince bir uykuya dalacakken bu fısıltı dikkatini dağıttı.. Ne inmesi nereye kim, niçin?

Tekrarladı adam inelim ve görelim kim sıkıntıya sokmuş seni.. Çocukluğun nasıl geçti acaba diye ekledi kısık bir sele..

Yerinden fırladı bir anda..
-hadi len ordan.. çocukluğummuş ,inmekmiş nereye iniyon sen kardeşim diye çıkıştı bir anda..

Doktor şok olmuştu.. Durun beyfendi inseydi k bi göreydik yaw dedi...

Ben bir inerim pir inerim dedi.. Adam mı uyutuyorsun doktor bozuntusu..

Evet dedi doktor ''adam uyutuyorum, ama bildiğiniz gibi değil'' dedi çekinerek..

-Seni şarlatan.. milleti uyutup para kazanıyorsun adıda çocukluğuna mı inmek oluyor bunun..

Doktor ne kadar açıklamak istediysede olmadı.

Bir hışımla dışarı çıktı hızlı hızlı yüüyordu nereye gittiğini bilmeden . Ağzında sürekli tekrarladağı ''hıh çocukluğuma inecekmiş..'' kelimelriydi. Soluk soluğa kalmış ve bir parka oturmuştu.. etrafı seyreerken sakinlemeye çalışıyordu.. yanına bi çocuk geldi kediyle oynuyordu.. sevimli şirin bir çocuktu.. Ona baktı.. O kadar kendini vermiştiki oyuna kimse umrunda değildi... Bir anda annesinin gür sesiyle irkildi her ikiside..

-Bırak o pis hayvanı..diyerek çocuğun minik yüzüne bir tokat attı.. Çocuğun ilk ağlamadan önce annesine bakışındaki korkuyu okudu gözlerinde ve ürperdi... Ağzına doktorun sözü dolandı ''çocukluğunuza inelim''.. yerinden yavaşça kalktı ve çocuğu öpüp doktora doğru yürümeye başladı..

Bu yazımızdan çıkarılan dersler: 1-Parkta çocukları öpenler doktora gider. 2-Birisi çocukluğunuza inecekse bırakın insin. Ve sonuncu dersimiz; Parkta çocuğuna bağıran anne adamı dotorluk yapar..